30 Aralık 2010 Perşembe

Blue Valentine

Blue Valentine belki bir başyapıt değil. Hatta kimi yönlerden iyi bir film olmadığını da söyleyebilirsiniz. Çok fazla yakın plan var, kimi yerleri havada kalıyor, bazı tempo sorunları mevcut ve (nedense en gıcık olduğum nokta) kendini çok ciddiye alıyor.

Ama........

Evet büyük bir 'ama'sı var filmin. Çok doğal ve gerçekçi. Zaten bazı tempo sorunlarının sebebi de gerçekçiliği. Hayat gibi dengesiz planlanmış.

Film o kadar gerçekçi ki bir erkek olarak bir kadına neden asla güvenmemem gerektiğini hatırlattı bana. Çok etkiliyor ama o kadar yavaş yapıyor ki bunu izlerken anlamıyorsunuz, ne zaman film bitiyor, o zaman kafaya dank ediyor.

Kızları nasıl etkiler bilemiyorum (sinemada yanımda oturan iki kız da biterken ağlamaklıydı ve yerlerinden kalkamadılar) ama benim için daha önce tatmadığım kadar sinir bozucuydu. Ama bunun sebebi, olayın direkt hayatın içinden olması ve kendinize acımanıza sebep olması.

Bu filmin üzerine Boğaz'da bir banka oturup, acı bir şarkı açıp derin derin efkarlanmalı. Çok pis bir film ya!

12 Aralık 2010 Pazar

Filmler...

Millenium Üçlemesi

Üçlemenin ilk filmi olan The Girl with the Dragon Tattoo'yu yazın izlemiştim ve yazmıştım bloğa. İzlemekten son derece keyif alınan, falsosu bulunmayan ve gayet klasikleşebilecek bir polisiyeydi. Zaten ilk filmin kopardığı fırtına, sürükleyici polisiye etiketinin altını dolduramayan iki devam filminin de dünyanın radarına girmesini sağladı. Ben de merak edip izlediğimde şu özellik öne çıkıyordu: İzlerken ana akım sinema gramerini başarıyla kullanmasından ötürü seyirciyi kendine hayran bırakan lakin film bitince kafada cevaplanmayan sorular bırakan ve ana akıma yakın durmak adına gereksiz hamlelerle filmi heba eden filmler bunlar.

Ama bence esas handikabı şu: Baştan mini dizi formatında tasarlanan ve öyle de çekilen yaklaşık 360 dakikalık malzemenin, ilk filmin başarısının ardından yeniden kurgulanıp iki filme dönüştürülmesi. Bu sebepten ötürü ortaya çıkan ciddi kurgu hataları filmleri oldukça zedeliyor. Buna TV formatının senaryo kuralları eklenince hatalar katmerleniyor.

Tüm eksiklerine rağmen iki devam filmi de, öncülünün başarıyla uyguladığı politik tabanlı polisiye türünün iyi birer örneği olmayı başarıyor.

Av Mevsimi

Filmin başlarında bir sahne var: Çömez polis, seri katiller üzerine bir tez yazmakta olduğunu söylüyor. Üstü de "Türkiye'de seri katil yoktur ki!" diyor. Çömez de cevabında, zaten neden seri olmadığını araştırdığını anlatıyor.

Aslında filmin biraz dolaylı da olsa güzel bir özeti, bu sahne. Türkiye bence polisiyelik bir ülke değildir. Bu yüzden de filmde bir sürü cevaplanamayan soru var. Dikkatli bir polisiye izleyicisi veya okuru, bunları açıkça görebilir. Bu halde Türkiye'de polisiye çekmek akla zarar bir iş. Dediğim üzere Turgul'un filminde de bundan kaynaklanan hatalar görülüyor.

Ama filme derinlemesine bakmazsanız, çok hoş bir seyirlik olduğu göze hemen çarpıyor. Bir kere Turgul, her zaman olduğu gibi senaryo üzerinde çok ciddi çalışmış. Polisiye türünün ana trüklerine sahip. Bir garip cinayet, bunu çözmeye çalışan bir vefakar polis ekibi, katilin cinayet sebebi, bu olayların ekibin ve katilin çevresini etkilemesi, vb. Üzerine çok az Türk filminde görebildiğimiz çok doğal bir diyalog ve atmosfer çalışması. Buna klas bir kadro, başarılı performanslar ve başarılı bir teknik çalışma da eklenince filmi izlemek, çok keyifli oluyor.

Ama Turgul bazı detay ama önemli polisiye numaralarını atlayınca film, keyifli olmasıyla kalıyor. Bir kere filmin alt metni bomboş. İyi bir polisiyenin olmazsa olmaz bu kuralını atlamış. Bazı yan öyküler ya inandırıcı değil ya da havada asılı kalmış. Ama bence bu eksikliklerin başlıca nedeni, yazının başında da belirttiğim üzere hikayenin Türkiye'de geçmesi.

Rabbit Hole

John Cameron Mitchell en sevdiğim yönetmenler arasındadır. İlk 2 filmi, oldukça özgün ve sıra dışıydı. Bu özelliği, sinemada farklı bir tat arayanları cezbediyordu. Açıkçası Mitchell'ın yeni filmini duyunca delirdim. Hele şükür farklı bir şeyler izleyebilecektim, hayatı farklı bir açıdan görecektim.

Ama Rabbit Hole son derece olağan bir Hollywood draması. Filmin yönetmeninin Mitchell olduğuna dair tek kanıt, filme adını veren çizgi romanın stili ve bu, bir Mitchell hayranı için çok az.

Nicole Kidman ile Aaron Eckhart'ın oynadıkları bir çiftin, 4 yaşındaki oğullarını kaybetmelerinin ardından yaşadıkları durumu izliyoruz 91 dakika boyunca. Halli dramatik bir film. Heyecansız ama falsosuz bir dram. Kidman'ın ve annesinin oynayan Dianne Wiest'in performansları Altın Küre ve Oscar listelerinde olabilir.

Monsters

District 9 ile bilim-kurgu bağımsız sinemaya da geçiş yaptı. Efekt yapmak, hele uzaylı yaratmak hala pahalı olsa da eski efektçiler yavaş yavaş yönetmenliğe geçtikçe daha çok serbest bilim-kurgu izleyeceğiz.

Monsters da eski efektçi Gareth Edwards'ın yazdığı, yönettiği, birebir çektiği ve efektlerini de yaptığı bir film. Hani mecburen birlikte yola çıkmak zorunda kalıp yol sonunda ayrılırken birbirlerine aşık olan çifti anlatan film türü vardır ya (en eskisi ve güzeli It Happened One Night'tır). İşte o çiftin uzaydan gelen yaratıklarla dolu bir bölgeden geçtiği hali, bu filmde. Gayet bağımsız film havasında, zaten ünlü oyuncu sıfır. Hatta sadece 2 oyuncusu var, gerisi figüran. Efektleri çok başarılı, hakkını vermek gerek. Beni pek cezbetmedi ama İngiltere'de çok popüler ve bayağı beğenilen bir film.

You Will Meet A Tall Dark Stranger

Woody Allen hastası olarak, her yeni filmini heyecanla beklerim. Son filmi de yine heyecanla bekledim ama bu sefer sonuç hüsran oldu. Bana film inanılmaz yapay geldi. Bir piyes havasında, oldukça savsak senaryo ve performanslar. Sanırım izlediğim en kötü Allen filmi! (İçimden yazmak bile gelmiyor.)

Easy A

Sanırım şu ana kadar 2010'un en komik Hollywood filmi bu. Bunun bir sebebi de 2010'un oldukça berbat geçmesi. İnşallah bu konuda hacimli bir yazıya vakit bulur ve sizlerle paylaşırım.

Easy A benim pek sevdiğim bir alt-tür olan lise komedisi. Çok hoş ve zekice yazılmış ve uygulanmış. Bu türün altın çağı 80'lere de bol bol gönderme yapması ve hatırlatması da başka bir artısı. Ben oldukça güldüm, hoşnut da kaldım. Ama bu türü sevmeyenlere bayağı itici gelebilir.

Bu arada neden her lise komedisinde illa 'Bad Reputation' çalmak zorunda anlamıyorum. Tamam, gençlik öfkesine cuk oturuyor ama her filmde de kullanılmaz ki!

28 Kasım 2010 Pazar

Kuyu: Bir Türk Sineması Klasiği

Anadolu'da bir köy. Köyün güzel kızı (oynayan kız güzel değil ama öyle farz edin) Fatma, köyün erkeklerinden Osman'ın devamlı tacizi altındadır. Nitekim daha ilk sahnede, gölde yıkanan Fatma'yı dikizlemektedir Osman. Ardından da yakalayıp dağa kaçırır kızı. Amacı, işkenceyle nikaha evet demesidir. Ama Fatma devamlı hayır der ve birkaç gün sonra jandarma ikiliyi yakalar. Fatma baba evine, Osman mapusa girer.

Osman mapustan çıkınca Fatma'yı yine dağa kaçırır. Bu sefer tecavüz de eder ama Fatma yine de evet demez. Bu sefer bir yolunu bulup kaçan Fatma'yı jandarma bulur. Fatma yine köyüne döner ama köyde dedikodular ayyuka çıkmıştır. 2 kere dağa kaçırılan kızı kim alacaktır? Köyün zengini talip olur neyse ki. Fatma istemese de ana zoruyla evet der ama düğün günü dağa kaçar.

Tam kendini asarken yörenin idam kaçağı Mehmet onu kurtarır. Böylece Mehmet ile kendi isteğiyle dağlarda dolaşırlar, sevgili olurlar. Ama jandarma yine bulur ikiliyi. Mehmet öldürülür, Fatma köyüne getirilir. Ama kocası onu boşamıştır, ana-babası da onu istememektedir. Fatma mecburen şehre gider, meyhanelerde çalışır.

Osman mapusta tüm olanları öğrenir ve çıldırır. Çıkar çıkmaz Fatma'nın izini sürer, bulunca da yine dağa kaçırır. Dağda bir kuyuya inen Osman, Fatma'nın onu kıstırmasıyla geri tırmanamaz. Fatma kuyuyu tamamen kapatır ve kendini de asar.

Filmin tüm hikayesini yazdım çünkü izleme olasılığınız çok az. Berbat bir TV-Rip'i var, onu da zor zar buldum. Öbür türlü de 1-2 televizyon kanalı (show ile kanal d'nin kapsamlı arşivi var) arşivi ile Alican Sekmeç gibi akademik arşivcilerde bulunuyor. Kanallar, bu filmi kolay kolay yayınlamaz çünkü Metin Erksan takipçileri hariç kitlesi yoktur. Geriye bir tek bir festivalin göstermesi kalıyor, bu da 10 yılda bir karşınıza çıkar.

Neyse, filmin adı Kuyu. Türk Sineması'nın klasiklerinden biridir. Sinemamızın birkaç ustasından biri olan Metin Erksan'ın 4-5 başyapıtından biridir. Ben şahsen Erksan'ın Sevmek Zamanı (güzel bir DVD'si mevcut) ile Susuz Yaz'ını (bu filmin de kopyası çok az, 2004'te bir festivalde izleyebilmiştim ama Scorsese bu filmi temizletip yeni bir kopyasını çıkarttı) çok severim. Ama Yılanların Öcü'nü sevememiştim mesela.

1968 yapımı bu filmi de pek sevdiğimi söyleyemem. Değindiği konular, hala bakir ve önemli. Bunu anlatma şekli de enteresan. Ama tempoda ciddi sorunlar var bence. Fatma-Osman'ın dağ maceraları birbirini çok tekrar ediyor. Aynı şekilde gereksiz düğün sahneleri var. Bir de Orhan Gencebay'ın müzikleri çok baskın. Sadece sazıyla filme eşlik eden Gencebay, çoğu yerde kulak tırmalıyor.

Ama film, bunlara ve sıkıcılığına rağmen benzersiz bir klasik. Anadolu kadınının çıkmazlarını, hayatını ve köy hayatındaki konumunu çok yerinde bir duyarlılıkla irdeliyor. Köy erkeklerinin sessizliği, kadınlara sahip olsalar da aslında kadınların karar alması gibi sosyolojik açıdan da çok incelenmemiş konular iyi işleniyor. Daha ortada ne Duygu Asena ne de Atıf Yılmaz'ın (80'lerdeki) kadın filmleri varken, kadının seçimini öne çıkarması da takdire şayan. Daha bir sürü sosyolojik detay çıkarılabilir ki birçoğu hala daha incelenemiyor.

Diğer yandan, az ama başarılı diyalog çalışması göze çarpıyor ki yapım yılına rağmen. Keza Fatma rolüne yakışmayan Nur Göncü de dahil sağlam performanslar ve detaylı sahne tasarımı da şaşırtıyor açıkçası. Erksan'ın karakterlerin duygularını ön plana çıkaran kamera tercihleri de diğer önemli özelliklerden ki birer ders niteliğinde bile izlenebilir.

18 Kasım 2010 Perşembe

Kadıköy-Rıhtım Anıları - 4

Eve yeni kiracılar alınıyor

Bayram sonu, pazar akşamı eve geldim. Kapıyı açtım ve şok: Evde yabancı bir kız. Yabancı dediğim, hem tanımadığım hem de ecnebi manasında. Kız bana Bruce'un odasını tuttuğunu ve Jason'ın odasını da başka bir kız tarafından tutulduğunu söyledi. Ben hala gayet şaşkınım. Bruce'un da atıldığını yeni öğreniyorum.

Ben odama çekildim, bir süre sonra da yattım. Geç vakitlerde, Nazım ile diğer kızın eve girdiğini duydum. Kız odasına çekildikten sonra sarhoş haldeki Nazım, kızın kapısına gelip "Gel biraz daha içip kaynaşalım!" filan demeye başladı. Kız, oralı olmadı bile ve o gece sesler kesildi.

Ertesi akşam, Nazım'a durumu sordum. Bahaneyle Bruce'u da attığını ve buna sevindiğini söyledi. Hemen iki Alman kiracı bulmasını da şans olarak niteledi. Bana dokunmadıkları müddetçe bana hava hoş olduğundan, fazla umursamadım.

Kızların adlarını unuttum ama ikisi de Alman'dı ve Yeditepe'de bir dönem Erasmus öğrencisi olarak okuyacaklardı. Bizimle sadece 4 gün kaldılar. Perşembe evde çamaşır makinesi olmadığını söyleyerek (bahane miydi, bilemeyeceğim artık) başka bir eve taşındılar.

Evde hardcore seks

Burada anlatacaklarımdan önce şunu yazmalıyım: Kimsenin özel hayatı beni alakadar etmez, hiçbir şekilde. Ta ki beni rahatsız etmedikleri müddetçe! Nazım'a da bunu, söz konusu geceden önce birkaç defa söylemiştim. Evde kız kalabilir, odalarında dilediklerini de yapabilirler (bu husus, erkekler için de geçerlidir). Ama bu yaptıkları bir şekilde beni rahatsız ederse müdahale ederim. Bunu Nazım'ın kendisine de söylemiş ve haklı bulunmuştum.

O hafta cuma akşamı. Eve geldim, ev boş. Biraz oyalandım, tam yatacağım sırada kapı çaldı. Bizim evde kapı çalmazdı. Zaten gelecek olanın anahtarı olduğundan veya arkadaşına haber verdiğinden zile gereksinim duyulmazdı. Neyse, gidip açtım. Bir adamla bir kız geldi. Nazım'ın arkadaşı olduklarını ve eve gireceklerini belirttiler. İlk önce izin vermedim. "Madem Nazım'ın arkadaşısınız, onunla gelin." dedim. Adam ısrar etti. Bu arada dikkat ettim, tipleri düzgün, iphone'u var adamın; beni alakadar etmez deyip içeri aldım. Odama çekilip kapımı kitledim. (Zaten her gece kitlerdim)

Ben üstüne uyumuşum. Kendi kapının çalınmasıyla uyandım. Baktım Nazım. Hafif kafa güzel yine, belli oluyor bariz. "İçeri almak istemediğin adam benim kankamdır. Her şekilde bu eve girer. Haberin olsun." dedi ve gitti. Yorum yapmadım. Bu arada internet kesikti, onu sordum. Borç yüzünden kesildiğini söyledi. Telefondan ödeyelim diye teklif etti. Odasında bu işlemleri yaparken mecburen kankasıyla muhabbetlerini dinledim. O kızla adam sevgiliymiş. Ben yatınca kız yemek almak için dışarı çıkıp gelmemiş. Sonra da kanka bunu arayınca telefondan, ayrıldığını açıklamış! O sırada hem Nazım ile durum değerlendirmesi yapıyorlardı sarhoş kafayla ve hala içiyorlardı; hem de adam kızı arayıp bağırıyordu. Ben ise yine odama çekilip uyudum.

Bir uyandım. Bir kız bağırıyor avaz avaz: "Ben annemi istiyorum. Anne beni kurtar!" Ama nasıl bağırıyor, sanırsınız ki odanın içinde. Sonra yan sesleri de duyunca olay biraz aydınlandı. Kapıda gördüğüm kızla adam ilişkiye giriyorlardı. Ama şu var, normalde zevk alınacak bir eylemde kimse "Anne kurtar beni!" demez! Onun için üç şık var: Ya adam kıza tecavüz ediyordu, ya kızın sadist zevkleri vardı ya da olayı arkadan gerçekleştiriyorlardı. (normalde bu blogta asla bu tarz bir şey yazılmaz, özür diliyorum ama başıma gelen aynen buydu) Ne olursa olsun, ben insanlığımdan utandım! Böyle bir eziyet hiçbir kıza yaşatılamaz, üstelik sevgili denilen birine. Nasıl bir insaniyettir, anlamadım gitti ve en kötüsü, Nazım buna izin verir, kankası olsa bile! Bir polis gelse "N'oluyor lan burda?" dese ne diyecekti? Çaresizce yatağımda o çığlıkları 20 dakika dinledim! Yapılacak ne vardı ki? Nazım'dan nefretimin ilk başlangıcı da budur!

O çığlıkların üstüne ne oldu tahmin edin? Nazım Bey son ses Fazıl Say açtı! Sonraları, o hareketin sebebinin, o çığlıklara karşılık olduğunu söyledi. Ya sen çığlıklar bittikten sonra o müziği açsan ne olur, açmasan ne olur? Ki o müzik 3 saat devam ederek, gecemi iyice mahvetti. Valla yorumsuz.

Bir sonraki gün, bunları anlattığımda "Ya onlar seks yaptı!" diye geçiştirmeye çalıştı. Salak var ya karşısında. Sonra da özür dileyip kankasına durumu soracağını söyledi. Bu konuşmayı yaparken artık evden çıkış günüm belli olmuştu ve ikimiz de birbirimizi aslında umursamıyorduk. Ama o gece, benim için hep utanç gecesi olacak.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Harry Potter and the Deathly Hallows Part I

Harry Potter, her ne kadar kapitalizmin en verimli ürünlerinden biri olsa da çocukluğumun son dönemlerindeki (orta okul yılları) fantazi tutkumun son hacimli serisi olması vesilesiyle hala takip ettiğim bir üründür. Film başlarken arkadaşım "Sanat için telefonları kapatalım." dedi. Ben de "Sanat için mi?" diyerek onu düzelttim. Bu filmi asla sanatsal açlığımı gidermek uğruna izlemiyorum. Benim için güzel bir seyirlik olması yeterli.

David Yates arada derede yönetimini, ne yazık ki hala devam ettiriyor. Bir yanda Chris Colombus'unkiler gibi kitaba sıkı sıkıya bağlı bir uyarlama (ki son kitabın ikiye bölünmesi de buna işaret). Diğer yanda da Alfonso Cuaron'ki gibi kitabın hissini sinematografik olarak vermeye çalışan bir uyarlama. Bu ikincisini, sadece iki sahnede yapabilmiş Yates. İlki Harmione'nin Ölüm Yadigarları hikayesini anlattığı animasyon bölüm (filmin en iyisiydi). Diğeri de üçlünün Muggle kaçakçılarından kaçtığı bölüm (güzel bir reji ve kurgu bütünlüğü). Geri kalan bölümler de ne yazık ki ilk tarzda çekmiş. Bu sahnelerde ciddi sarkmalar ve tempo düşüklüğü göze çarpıyor. Yani rahatlıkla bu sahneler kırpılabilirmiş. Sırf daha fazla para kazanmak için filmin ikiye bölündüğü hissi daha da öne çıkıyor böylece.

Yine de 'Bölüm 1' ibaresi taşıyan bir film için kesin bir yorum yapmak mantıklı olmaz. Bakalım filmin diğer yarısı nasıl olacak? Bunun içinde, ne yazık ki 10 dakika değil 7 ay bekleyeceğiz.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Kadıköy-Rıhtım Anıları - 3

Evden kovulma ve geri alınma

Evde 10 gün filan geçti, ben yavaştan eve alışmaya başladım. Neyse cuma akşamı bizim şirketin iftarı vardı. Geç geldim. Girer girmez Nazım beni odasına çağırdı. Gittim, oturdum ve evden kovulduğumu öğrendim. Daha 2 hafta dolmamış!

Olay şu: Ev sahibi, biz kontratsız kiracılardan haberdar. Tek derdi paranın zamanında gelmesi, gerisi umrunda değil. Ama evin asıl sahibi olan karısı daha durumu yeni öğrenmiş ve o gün eve gelip olay çıkarmış. 1 hafta müddet verip Nazım hariç herkesi kovmuş. Nazım da toplam kirayı ödeyemeyeceğinden o da çıkmak zorunda kalacaktı. Neyse, olay bana patlamıştı. O gece adam gibi uyuyamadım tabii. 1 hafta sonra nerede kalacağım belirsiz, düşünün.

Sabah kalktım, ev aramaya başladım. Sağ olsun, bir çocukluk arkadaşım, "Gel bende kal." dedi. Ama açıkçası kız olduğundan çekindim biraz ki ailece tanışırız, tamamen kendi kuruntum. Öğlen olayı konuşmak için sözleştik. Tam evden çıkacağım, Nazım geldi.

-Artun, ev sahibi aradı. Bize acımış. Sözleşmem bitene kadar kalsınlar, dedi.
-Nazım, dalga mı geçiyorsun? Bu adam, bizi dün kovmadı mı? Bunun şakası mı olur?
- Valla şaka değil. Ev aramana gerek yok. 9 ay daha sözleşmem var, sorun yok.

Valla, tam komedi anlayacağınız. O gün, o evden bir an evvel kurtulmam gerektiğini anladığım gündü.

Jason'ın tekme tokat kovulması

O olaydan sonra ben süratle ev aramaya başladım. Bu arada evde her zamanki durumlar devam ediyordu. Bu arada 1 ay geçmişti.

Ramazan Bayramı'ndan 2 gün önce. Arife bana tatil olmuş. Bavulu topladım geceden. Sabah da yola çıkacağım Kuşadası'na doğru. Yatmadan durumu söyleyeyim, bayramlarını kutlayayım diye Nazım'ın odasına gittim. Nazım ile Jason karşılıklı içiyorlardı. Nazım, "Gel, biraz otur." dedi. Oturdum. Referandum muhabbeti yapıyorlardı. Sordum, ben Jason'dan kombi parasını alabilecek miyim diye. Çünkü ev sahibi nanayı çekmişti ve Jason'ın da payını vermesi gerekiyordu. Jason bunu duyunca sinirlendi. "Ben ödeme yapmam, kiramı ödüyorum, o bile çok bu eve." ayakları çekti. Bu arada Nazım, bana Jason'ın hiç fatura ödemesi yapmadığını anlattı. Ben de Nazım'a "Neden bu kadar tahammül ettin ki bu adama?" diye sordum. Bu arada Jason iyice kudurdu, Nazım'a bayağı saymaya ve hatta küfretmeye başladı. En sonunda kıçını dönüp "Kıçımı ye!" dedi ki ben gözlerime inanamıyordum. (Tüm bu konuşmalar İngilizce bu arada) Biraz da benim gazımla (ama hiç öngörememiştim) Nazım sinirlendi. Jason'a evden defolmasını söyledi. Jason umursamadı. Ben de ortamı germemek adına odama gittim, Jason da odasına çekildi. Ama Nazım, Jason'ın odasına girdi ve bir güzel patakladı. Ben odamdan duyuyorum olayı. Jason, Nazım 1-2 yumruk atınca hemen yumuşadı, "Canım acıdı", "Sen çok güçlüsün.", vb. saçmalıklar söylemeye başladı. Sonra Nazım odasına döndü ve bana seslendi. Gittim, "Şöyle şuna, evden siktirsin gitsin." dedi. Jason bana kapıyı açtı ve söylediklerimi duyunca hemen pılını pırtısını toplayıp gitti. Nazım arkadan sövmeye devam etti. Bu arada eve polis çağırmak, arkadaşlarını çağırmak gibi şeyler söyledi. Ben karşı çıktım çünkü eve başkaları gelseydi o an, iş çok daha uzardı. Ben biraz yatıştırdım Nazım'ı. Ama yine de dışarı çıktı, çevreyi kontrol etti. Jason kaçarken çevredekilere ajitasyon yapmış tabii. Olay o gece için böylece kapandı.

Nazım, olayda haklıydı bence. Jason, psikopattı ve inanılmaz dengesizdi. Ama dövülme olayı aşırı kaçmış olabilir. Yine de olay bu raddeye gelmeseydi Jason'ın durumun ciddiyetini anlayacağını hiç zannetmiyorum.

Sabah direkt çıkıp gittim. Sonuçta Jason evden kovulmuştu ve bayramdan sonra öğrenecektim ki Bruce da bahaneyle kovulacaktı.

14 Kasım 2010 Pazar

Kadıköy-Rıhtım Anıları - 2

İlk gün

İşe başlamadan önceki gün, babamla beraber eve gittik. Benim bir sürü eşyam vardı. 3-4 ay kalmaya niyetim olduğundan her şeyi getirmiştim. O gün eve sorunsuz taşındık. Fakat daha ilk günden iki falso verdiler.

İlki kombinin bozulmasıydı. Nazım, ev sahibinin ödeyeceğini belirtip benden 250 tl aldı o dönemde. Sonra sadece 100'ünü verdi. Daha sonrasında ev sahibinin tamir parasını ödemekten vazgeçtiğini belirtti ama doğruyu mu söyledi, fikrim yok. Böylece kombi parasının çoğunu daha taşındım gün olmasına ben verdim. Ben evden çıktıktan sonra bir kısmını daha vermeye söz verdi ama tabii ki vermedi.

İkincisi kedi olayı. Kedilerden pek haz etmem ama korkmam da, bana dokunmadıkları sürece istedikleri kadar çevremde takılabilirler. Neyse, mülakat zamanı Nazım bana evde hayvan beslenmeyeceğini kesin olarak belirtmişti. Ama ilk gün eve bir girdik, evde kedi var. Neymiş, Nazım'ın kankasının (sonra eve hiç uğramadı) kız arkadaşının kedisiymiş. Kız kankaya rica ediyor, kanka da dayanamıyor kabul ediyor. Sonra kankanın ablası kediyi istemeyince kedi de bize geliyor. İlk önce Nazım 2-3 güne gidecek dedi ama 1 hafta kaldı o salak kedi.

Neden salak diyorsun diyebilirsiniz. Olay şu: Evdeki 2. günüm. İşten gelip bir arkadaşımla buluşmuşum. Hava sıcak, yorgunum, terliyim ve üstüne eve girerken tuvaletim var. Elimde eşyalar da var. Girdim eve, Nazım odasında sele serpe uyuyor. Odamı açtım. Kedi hemen odaya girdi. Çık derken kapıyı çarptım ve o an hatamı anladım. Çünkü kapım bozuktu, ters harekette kitleniyordu kendi kendine ve yine kitlenmişti. Anahtar da diğer uçtaydı! Önce bağırarak ve telefonla Nazım'ı uyandırmaya çalıştım, uyanmadı. Sonra filmlerde gördüğüm hareketi denedim. Önce anahtar deliğinden anahtarı dışarıya düşürdüm. Sonra kapı altından almaya çalıştım ama alamadım! Allah'tan 10 dakika sonra Jason geldi de kapımı açtı. Kabus gibi bir 10 dakikaydı!

İlk izlenimler

Evde durum şuydu: Herkes 7-8 gibi birayla eve geliyordu. Nazım ile Jason sızana kadar içiyorlardı. İçtikten sonra da açıkçası değişiyorlardı. Jason zaten odasında kendi kendine konuşurdu. Bir akşam bir bağırma duydum, "Ya bu ne!" derken Jason'un (İngilizce olarak) ana avrat ve bağırarak kendi kendine küfrettiğini anladım. Odamdan çıktım, Nazım ile yüzyüze geldik ve güldük. Komikti çünkü. 5 dakika içinde kendi kendine sustu, bir müdahalede bulunmadık. Ayrıca Jason, Nazım'ın eve getirdiği kızlara sarkardı!

Nazım da o kadar olmasa da değişirdi. Birkaç kere bana hakaret etti. Ertesi gün bunları söylediğimde, hatırlamadığını söyleyip benden özür diledi. Bir de sarhoş olunca sesi sonuna kadar açıp klasik müzik dinlerdi. Bilhassa Fazıl Say'ı. Gecenin bir vakti uyandığımda son ses piyano duymayı kanıksamıştım bir süre sonra. Zaten 2-3'ten aşağı yatmazlardı. Hatta ben işe giderken yeni uyurlardı. Hoş, öğrenci hayatı yaşadıklarından normaldi bu yaşamları.

Bu arada üçüncü kişi Bruce'u tanıtmam lazım. Kendisini ilk gördüğümde şoke olmuştum. 60 yaşlarında kelli felli bir adamdı. Hakikaten 60'ın üstündeki bir Avustralya vatandaşıydı. Emekli olmuş, karısı ölmüş, kızları büyümüş. Bunun da canı sıkılmış, Türkiye'de okuyayım demiş. Şaka değil, ünlü bir vakıf üniversitemizden kabul almış. Karşılığında İngilizce hocalığı yapacakmış! Gerçek mesleği nedir, en ufak fikrim yok. Yalnız bu üniversite buna peşin biraz para vermiş. Bruce da bunu Orta Doğu'da gezerek yemiş. İlk 2 hafta görmememin sebebi buydu. İşin garibi, bizimle yaşarken Türkiye bunun öğrenci vizesi talebini yaşı sebebiyle reddetti ve şu anda bu adam kaçak. Daha da ilginci, ona bu kaçak yaşamı üniversite teklif etmiş! "Polise bulaşma, takıl bizde." demişler. İşte Türkiye, sayın okuyucular!

Kadıköy-Rıhtım Anıları - 1

Ağustos ayında ciddi bir değişim yaşadım. Hem işimi hem de yaşadığım şehri değiştirdim. İstanbul'a taşındığımda nerede yaşayacağım, ilk ciddi sorundu. Birkaç düşünceden sonra birkaç aylığına bir oda kiralamanın en iyisi olduğuna karar verdim. Ülkemizde pek bilinmeyen ama yurt dışında popüler olan craiglist'e başvurdum bu konuda. Çeşitli yazışmalar sonrası, Kadıköy-Rıhtım'da bir eve taşındım.

Bu yazı, işte bu evde yaşadığım 1.5 ayı içerecek. Tek seferde bitiremeyeceğimden birkaç yazıya bölünecek. Amacım fazla derine girmeden, sizlerin de ilgisini çekecek olayları paylaşmak.

Tabii, bu hikaye başkalarını da içerdiğinden, onların özel hayatlarına müdahale etmek istemediğimden ve blogumda 3. kişilerin adlarını kullanmak istemediğimden isimleri değiştireceğim.

Mülakat

Hem evi görmek hem de şartlarda anlaşmak için taşınmadan 2 hafta önce evi ziyaret ettim. Ev, Kadıköy sahildeki İETT otobüslerinin kalktığı duraklara yürüyerek sadece 3-4 dakika mesafedeydi. Muhit olarak pek nezih sayılmaz ama bekar bir erkek için gayet idare edilebilecek bir semtti. Ama konumunun iyi olması, bana yetiyordu.

Apartman 4 katlıydı ve her katta bir daire olmasına karşın sadece 2 daire doluydu. İlk kattaki benim kaldığım daire, 3 oda 1 salondu. Banyonun yanında ayrı bir tuvaleti olsa da bunu kiler niyetine kullanıyorlardı.

Salonda evin kontratlı kiracısı olan Nazım kalıyordu. Kendisi, 28 yaşındaydı ve veterinerlik öğrencisiydi. Evin asıl sorumlusuydu, odaları kiralayacak kişilere o karar veriyordu. Diğer odalarda da kontratsız olarak bu kişiler kalıyordu.

Ben geldiğimde evde 2 kiracı vardı. İlki, 35 yaşlarında bir Amerikalıydı. Jason, aslında gazetecilik mezunuydu ama avare halde dünyayı geziyordu. İstanbul'da öğretmenlik yapmaktaydı ama aslında böyle bir diploması yoktu. İngilizce kurslarının biri bunu çalıştırıyordu. Çalışma izni zaten yoktu, turist vizesiyle takılıyordu.

Diğerini mülakat zamanı görmedim, sadece adının Bruce olduğunu öğrendim.

O gün, hangi akla hizmet ettiysem evi beğendim. Ücret ise; 360 depozito, 360 aylık ve masrafların dörtte biriydi. Ama bu 3. kısım, hiç de öyle olmadı.

Neyse, bu durumda Nazım ile anlaştık ve 2 hafta sonra gelmek üzere odayı kiraladım.

7 Kasım 2010 Pazar

Son Zamanlarda İzleidkleirm

Çok uzun zamandır yazamadığımın farkındayım. Bu sürede hayatımda bazı ciddi değişikler oldu ki bunları yakında yazacağım inşallah. Şimdilik filmlere geri dönüyoruz.

Wall Street: Money Never Sleeps

İlk filmi, bu yılın başlarında izlemiştim, doğusu hoş bir 80'ler dramasıydı. Bir derdi olan ve onun çevresinde filmi kuran bir yapıya sahipti. 20 yıl sonra gelen bu filmin ise hiçbir derdi yok, öylesine çekilmiş.

J'ai Tué Ma Mére (I Killed My Mother)

Bu film, nisandaki film festivalinden beri eleştirmenlerce el üstünde tutuluyor. Çoğunda aynı övgü: "19 yaşında bir insanın bu kadar olgun bir yapıt çekmesi takdire şayan." Evet, film fena sayılmaz hele yönetmenin yaşına bakarsanız ama bu yönetmenden ileri de daha iyilerini beklemiyorum. Çünkü otobiyografik bir hikayeyi çok da yaratıcı olmayan bir teknikle çekmiş. Elindeki metin, yaşanmış veya yaşanmaya yakın olduğundan düzgün bir senaryo çıkarmış. Bunu da Kar-Wai, Weir, Godard gibi yönetmenlerin üsluplarından karma bir stille anlatmış. Özgün bir unsur bulamadım şahsen. Ama yine de ilk filmle bunu yapması bile çok önemli. Yine de daha iyisini yapmazsa takip edeceğimi düşünmüyorum.

Çoğunluk

Bu bloğu başından beri takip edenler Türkiye'de bireyin ne kadar baskı altında olduğunu aralıklarla yazdığımı hatırlarlar. İşte Çoğunluk, tam da bunu anlatıyor. Bireyin, günümüzde (daha önce de vardı gerçi) ailesinden, arkadaşlarından ve hatta sokaktaki adamdan ne kadar etkilendiğini; bu yüzden kendi kişiliğini bulamamasını, geliştirememesini ve sonunda da mecburen etkilendiği insanlar gibi davranmaya başlamasını anlatıyor. Üstelik bu sürecin sadece bir-iki yönde değil, tüm yönlerde olduğunun altını çiziyor. Aslında bunu bir erkek üzerinden yaparken, onun iletişimde olduğu kadınların da (anne, sevgili, vb.) bu sorunla cebelleştiklerini gösteriyor. Söylediği bu cümlelerden ötürü benim ilgimi çok çektiğini söylemem gerek.

Diğer yönlerden, senaryonun üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir aksiyon yaşanmayan, karakter bazlı böyle filmlerde küçük bir hata bile göze batıyor. Filmin de birkaç boşluğu var. Bunlar ana yapıyı etkilemese de, filmin son yokuşu çıkmasını engelliyor. Teknik açıdan oyunculuk ve müzik ciddi biçimde öne çıkarken, keşke diğer unsurlara da önem verilseymiş dedirttiriyor. Yine de bu eksikler filmin, sezonun en iyileri arasına girmesini engellemiyor. Çünkü hataları bu kadarla kalan zaten çok az film var.

The Town

Ben Affleck'in ikinci yönetmenlik denemesi, onu da Hollywood'un diğer zanaatkar yönetmenlerinin arasına sokuyor. İlk filmden (Gone Baby Gone) sonra düşündüğüm, Affleck'in sanatçı olabileceği teorisi böylece suya düşüyor. Ama Affleck iyi bir zanaatkar olabileceğini bu filmle kanıtlıyor. Malzemesinin istediklerini eksiksiz yapmaya çalışan bir işçi var karşımızda. Affleck, keyifli bir aksiyona (hırsız filmine) imza atıyor. Hatta türün yapıtaşlarının dışında filme, yerinde bir mizah ekleyerek onu farklılaştırmayı da başarıyor.

Loong Boonmee Raleuk Chat (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives)

Bu yılın Altın Palmiye kazanan filmi, geleneksel sinema gramerine alışmış bir seyirci için çok farklı bir deneyim. Hatta çoğuna göre bir işkence. Çünkü yönetmen Apichatpong Weerasethakul, sinemayı bir illüzyon veya eğlence olarak değil, bir sanat olarak görenlerden ve amacı da daha önce yapılmamış bir şekilde sanatını ifa etmek. Tıpkı ister yazar, ister ressam olsun diğer tüm sanatçıların isteyeceği gibi. Bu yüzden de seyircinin isteğini değil, kendi kafasındaki çekmiş ki bir sanat yapıtının özü bu olmalıdır.

Bir şekilde filmin içine girebilen bir kişinin çok keyif alacağını düşüyorum ama bu, çok da kolay değil. Daha önce benzer filmler izlemiş olmanız ve izlerken çeşitli konular üzerine kafa yormanız gerekiyor. Bu da tüketim toplumuna ait bir birey için çok ters.

Şahsen filmden keyif aldım ama tam değil. Günümüz dizilerini, filmlerini de izleyen bir bünyeye sahip olduğumdan bazı yerlerde yetersiz kaldım. Ama filmin, bireyin zamanın gereği yüzünden giderek ruhunu kaybetmesini rüyavari bir şekilde anlatan bu eseri takdir etmemek imkansız.

Scott Pilgrim vs. the World

Bu filmi nice zamandır bekliyordum. Ama başlar başlamaz, Michael Cera'nın artık beni ittiğini anladım ve filme tam anlamıyla bağlanamadım. Bu da keyif almamı engelledi. Aslında burada Cera liseliyi oynamıyor. Ama görünüşü yine liseli kıvamında ve bu, karakterle örtüşmüyor yada ben örtüştüremedim. Önüne gelen kızı kendine aşık edecek, onu bunu dövecek tip yok Cera'da.

Film, 90'lardaki atari oyunları tarzında yapılmış. Sırf bu açıdan ilgiyi hak ettiği kesin. Görseller, efektler, sesler sizi 90'lardaki atari salonlarına götürüyor. En az o oyunlar kadar da eğlenceli. Kan görmeden adam dövülüyor, fırlatılıyor, daha neler neler. Bunların ortasında bir aşk trafiği. O ona, öbürü buna aşık. Kafa yormadan izlemek için çok yerinde.

The Social Network

Okuduğum eleştirilerden biri, Rashomon misali demiş film hakkında. Çok doğru bir tespit. Ama bir tarafı eksik. İzleyenler bilir, Rashomon'da aynı hikaye, hikayedeki üç kişinin de bakış açısından anlatılır. The Social Network'te bunlardan biri eksik. Film, ikizlerin ve Eduardo'nun bakışından anlatılıyor. Oysa ki ana karakter, onlar değil. Böyle olunca bazı şeyler ortada kalıyor. Bunlar senaryo zaafı değil, bilgi eksiği. Ama bence filmin etkisini gayet düşürüyor. Mesela ben Mark'ın Eduardo'ya neden ihanet ettiğini bilmek isterdim.

Diğer türlü, iyi yazılmış, oynanmış, yönetilmiş ve müzik yapılmış bir film. Hatta senaryosu çok iyi. Oscar'ı bile alır diyorlar. Çok şık sahneleri var, üzerinde düşünülebilecek. Günümüz gençliği hakkında bazı önemli tespitleri de var ve bunlar son derece şık biçimde veriyor ki anlamıyorsunuz. Fincher farkı filme sızmış. Ama sakın bir Fight Club yada Se7en beklemeyin.

The Kids are All Right

Başka bir Oscar filmi daha. Her yıl mutlaka olan, sempatik aile bağımsızı kontejanı bu filme ait olabilir. İyi çalışılmış bir senaryo. Karakterleri fena yazılmamış. Oyunculuklar gayet iyi. Annette Bening ile Julianne Moore kesin aday olur deniyor. Valla önlerine sağlam engel çıkmazsa sakınca yok. Hatta Bening heykelciği kucaklayabilir bile.

Film, gayet eğlenceli. Bana birkaç yerde kahkaha bile attırdı. Homofobik değilseniz keyif alırsınız bence. Çünkü film, bir lezbiyen çift ve onların çocuklarının, çocukların biyolojik babasıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Sempatik bir film. Ne olduğunu bilen, yeni bir şey söylemeyen ama kendi halinde bir komedi.

26 Eylül 2010 Pazar

The American

Son derece kısır bir yıl geçiriyoruz. Giderek azalan sinemaya gitme isteğimiz, bu kısırlıkla birleşince ortaya sektör açısından vahim bir tablo çıkıyor. Hasılatların azalması, üretimin azalması demek; o da yaratıcılığın azalması demek. Çünkü nicelik düştükçe, riske girme ihtimaliniz ve dolayısıyla nitelik de düşüyor. Inception'ı 2010'un zirvesine yerleştiren bu, tam olarak. Riske giren film bulan izleyici ona tapıyor artık çünkü bunu yapan film neredeyse yok artık.

Türkiye'de Eylül 2010 programına bakan bir sinemasever, durumu zaten kavramıştır. Koca ayda izlenebilecek sadece 2 film bulunuyor (Machete'yi sayan varsa 3 olur): The American ve I Killed My Mother. Bugün ilkine gittim. Açıkçası fazla risk aldığını söyleyemeyiz ama gayet kaliteli bir film olduğu apaçık ortada.

Bir tetikçi/silah ustasının İtalya'daki inziva günlerini izliyoruz. Senaryo gayet tahmin edilebilir ama iyi oturmuş. O yüzden de bu kısmı direkt geçerseniz iyi edersiniz. Çünkü The American senaryosuyla ve benzeri yan unsurlarla değil, gösterdikleriyle ön plana çıkmayı tercih ediyor.

Müzik videosu geçmişini filmde sonuna kadar kullanıyor Anton Corbijn. Atmosferi iyi oturtmuş. Işığı iyi kullanmış. Çerçeveleri kusursuz. Ama daha önemlisi mekanı (klişe tabirle) karakter haline getirmeyi başarmış. Tetikçinin yaşadığı stresi, giderek artan bunalımı; İtalyan köyünün daracık sokaklarıyla çok iyi yansıtılıyor. Labirenti andıran sokaklar, tetikçinin çıkışsızlığını ve giderek tükenişini diyaloglara gerek duymadan yansıtıyor. Böylece George Clooney'in sağlam performansıyla da izlerken keyif alınan bir yapıma dönüşüyor.

Ayrıca kadın oyuncusu Violante Placido ile de beni oldukça etkilediğini belirtmeliyim. Bu kusursuz fiziğe sahip İtalyan kadını beni izlerken bayağı mest etti. Ama asıl şoku annesinin kim olduğunu öğrenince yaşadım. Başka bir kusursuz İtalyan fiziği de annesidir ve benim favori filmimde oynamıştır (hatta filmin sevdiğim bölümlerinin birkaçında) ki sırf bu film için Sicilya'ya gittiğimi söylersem bazılarınız anlar hangi film ve kim olduğunu (anlamayanlar IMDB'ye baksın).

Normal bir sezonda sadece dikkat çekici bir yapım olabilecekken böyle bir yılda ismi oldukça zikredilen bir filme dönüşecek. Gerçekten de 2010 yılı içinde paranızı rahatlıkla harcayabileceğiniz sayılı filmden biri.

Oyuncular: George Clooney, Violate Placido, Johan Leysen, Thekla Reuten, Paolo Bonacelli - Görüntü Yönetmeni: Martin Ruhe - Müzik: Herbert Grönemeyer - Senaryo: Rowan Joffe (Martin Booth'un 'A Very Private Gentleman' adlı romanından) - Yönetmen: Anton Corbijn - ***1/2

20 Eylül 2010 Pazartesi

5x2 - Evlilik Üzerine

Artık yaş kemale ermeye başladı ya, evlilik konusu daha çok gündeme geliyor artık. İstemesem bile karşıma çıkıyor pat diye. Artık umursamıyorum lakin daha fazla düşünüyorum "Evlilik nedir?", "21. yüzyılda evlilik nasıldır?", vs...

Dün François Ozon'un 5x2'sini izledim. Gösterime girdiğinden beri bildiğim, kah izlemekten vazgeçtiğim kah izlemem gerektiğini hissettiğim bir filmdi. Sonunda izlemekten memnun kaldığımı söylemeliyim. Ama harika bir film olduğundan değil. Gayet izlenebilir ama çok da aham şaham olmayan bir film.

Filmin olayı, modern evliliğe gayet tarafsız bakabilmesi. Bu açıdan, önem arz ettiğini bile iddia edebilirim. Çünkü kim ne derse desin, 'evlilik' artık hiç de eskisi gibi değil. 20-30 yıl öncesinin ataerkil yapılı evliliklerinin tarihe karıştığını söyleyebilir. Tabii, bunu toplumun belli bir kesmi için söylüyorum. Diğer türlü "Ya yüzde %58 hayır kim dedi?" diyen gruba katılırım ki hiç niyetim yok.

Film, bir evliliğin 5 önemli aşamasını tersten gösteriyor. Önce çiftin boşanmasını izliyoruz. Sonra sırayla farklı düşünceler beslemeye başladıkları günü, oğullarının doğumunu, düğünlerini ve en sonda da tanıştıkları günü seyrediyoruz. Ama her birinde normalden farklılıklar göze batıyor, bizim bildiğimiz evliliklere ne kadar benzese de önce, sahnelerin sonunda farkları görüyoruz.

Aslında sorun, bizim normali tanımımızdan kaynaklanıyor. Nedir normal bir evlilik? Flört dönemi, evlenme süreci, düğün, gerdek, balayı, birbirine alışma, çocuk, ..... Bu mudur yani? Her evlilik ille de böyle olmak zorunda mıdır? Yoksa toplum bize bu kalıpları uymaya mı zorluyor?

Mesela filmde, çiftimiz normal bir süreçten geçiyor gibi. Gayet eğlenceli bir düğünle evleniyorlar mesela. Otelde yukarı çıkıyorlar. Gerdek vakti. Gelin banyoya soyunmaya gidiyor. Bir geliyor ki adam uyumuş. Bir detay ama önemli bir detay. Arkadaşlarımla birkaç kez konuşmuşluğum vardır. Düğün günün, inanılmaz yorulacaksın, bir de üstüne ilk seferinde (gerçi artık azaldı ama) performans göstereceksin. Terli bir vaziyette, bitap halde. Ama toplum senden çarşafta kan istemez mi?

Bana kalsa çözüm basit, ikisi de uyur, günlerin sonu gelmiyor ya. Ama çoğunluk böyle düşünmüyor, hele Türkiye'de. Bu da toplumda yabancılaşmayı, farklılaşmayı ve daha önemlisi güvensizliği doğuruyor. Birbirine güvenmeyen kişiler, çift olmaya çalışıyor, evlenmeye, yuva kurmaya çalışıyor. Önceleri -mış gibi yapılıyor. Düğün istenmese de karşı taraf ister deyip yapılıyor en ufak örneği. Ödünler verildikçe kişiliğinden uzaklaşıyor birey ve o birey, hasbelkader, bir yerde karşılık göremezse çöküş başlıyor. Bu sefer o ödünler bir sorunlar yumağı olarak önünüze düşüyor ve o yumağı her fırlattığınızda yuvarlanıp, büyüyüp geri dönüyor. İşte o zaman dönüşü olmayan yola giriliyor. Eskiden kadın o yumağı, kendi aleyhine hasır altı ederdi. Artık yok öyle bir şık ki doğrusu da bu.

Filmin 3. bölümünde doğum sırasında adamın hastaneye gitmemesi bunun yalın bir örneği. En sonunda gittiğinde işim vardı, diyebiliyor ama karısına karşı sadece. Ya kendisi? Kendisi o yalana inanabiliyor mu?

5x2, durup düşünmemiz için önemli kelamlar ediyor, fazla göze sokmadan. 21. yüzyıl toplumunda bireyi, onun karşı cinsle ilişkisini, bunun ona getirisini göstermeye çalışıyor sadece. Nutuk atmaya çalışmadan veriyor, gerekli yerleri biz dolduralım istiyor. Çünkü her birimiz farklıyız ve ilişkilere bakış açımız da farklı.

Filmi izlerseniz, boşanma ve nikah sahnesine dikkat etmenizi isteyeceğim. Çok önemli bir detayı vurguluyor Ozon bu sahnelerde. Benim de dikkatimi 1 yıl önce çeken çok enteresan bir detaydır.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Benden Şarkılar - 7

Ne zamandır bu bölüme yeni şarkı eklememiştim. Bu aralar servis yüzünden bol ipod dinler oldum. Nicedir dinleyemediğim şarkılar denk geliyor bazen.

Bunlardan biri de Frank Sinatra'nın 'The Gril from Ipanema'sı. Lisede çok sık dinlediğim bir şarkıydı. Sebebi vardı çünkü. Lise 2-lise 3 döneminde bir kıza aşıktım yada öyle olduğumu sanmıştım. Tam adını koyamıyorum, tamamen platonikti çünkü. Kıza açılamıyordum. Bu şarkıyı dinleyip efkarlanıyordum (ne salaklıkmış, şimdi düşününce). Sonra mektupla filan açılmış, ret almıştım, doğal olarak (başka bir salaklık). Neyse, bu şarkı bana o dönemi hatırlatır, tatlı bir anı olarak.

Frank Sinatra & Antonio Carlos Jobim - The Girl from Ipanema

Tall and tan and young and lovely
The girl from ipanema goes walking
And when she passes, each one she passes goes - ah

When she walks, she’s like a samba
That swings so cool and sways so gentle
That when she passes, each one she passes goes - ooh

(ooh) but I watch her so sadly
How can I tell her I love her
Yes I would give my heart gladly
But each day, when she walks to the sea
She looks straight ahead, not at me

Tall, (and) tan, (and) young, (and) lovely
The girl from ipanema goes walking
And when she passes, I smile - but she doesn’t see (doesn’t see)
(she just doesn’t see, she never sees me,...)




26 Ağustos 2010 Perşembe

Değişim ve Ben

Herakleitos "Değişmeyen tek şey değişimdir." demiş. Katılmamak imkansız. İnsan her gün değişiyor. Bir günü diğerini tutmuyor.

Yeğenim şu an 10 aylık ve her gün daha da büyüyor. Her gün biraz daha uzuyor, anlıyor, konuşuyor. Bebeklerde daha bariz olsa da biz, büyükler de büyümeye devam ediyoruz, her gün. 2 yıl önceki kendimle kıyaslanmayacak durumdayım mesela. Ama bu büyüme daha çok manen oluyor, olgunlaşma dedikleri tabir işte. Tabii bu manevi büyüme çehrenizi de fiziki olarak değiştirebiliyor. Hani bazen öyle yüzler görürsünüz ki içinizden "Hayatın tokadını kim bilir kaç kez yemiş?" dersiniz. Bazen de tersi olur, olgunlaşma simanıza bir mana katar.

İşte ben böyle bir dönemden geçiyorum. Her gün yeni bir değişikliğe gebe olan, sancılı bir geçiş dönemi...

10 gün önce İstanbul'a taşındım. Kadıköy'de geçici bir oda tuttum. Gebze'de işe başladım. Kısacası tüm düzenimi değiştirdim.

3 hafta önce Bursa'da Uludağ Üniversitesi ana kampüsünde çalışıyordum. Ailemle beraber oturuyordum. Açıkçası daha güvenli bir hayattı. Ama ne uzayan ne kısalan!

Şimdi her türlü olasılığa açık bir döneme girdim. Tüm rutinim değişti!

Kadıköy merkezde bir nevi öğrencilik hayatı yaşıyorum (ev olarak), dışarıda yemeğimi yiyorum, çıkarken odamı kitliyorum, çamaşırlarımı çamaşırhaneye götürüyorum. Sabah işe gidişim 1 saat 20 dakika (eskiden 40 dakikaydı), dönüşüm 2 saat (eskiden 1'di).

Ama İstanbul'dayım. Her çeşit insanın yaşadığı, her türlü uçun bir yerde olduğu bir kentteyim. Çoğu arkadaşımın yaşadığı, istediğim hayat tarzının yaşanabildiği bir kentteyim. Belki şu an çok iyi bir statüde değilim ama önüme gelen fırsatları değerlendirebilirsem hayalimdeki hayatın hiç olmazsa birazına kavuşabilirim (İnanın, çok uçarı hayalim de yok!).

Belki de İstanbul bana ters davranacak!! Daha da düşeceğim. Ama riski almalıyım. Büyük oynayacaksam, büyük düşünmeliyim. Çok zeki, yakışıklı filan biri değilim. Kendimi biliyorum. Ama elimdeki imkanlarla Bursa'daki hayatımla yetinemezdim. Olmazdı. Güvenli ama pek gelecek vaat etmeyen bir hayattı o, hem profesyonel hem özel hayatta.

Eğer birtakım istekler uğruna cefa çekeceksem çekmeliyim. Gülü seven dikenine de katlanırmış. Ha, şu anki durumum da çok sefil mi? Hayır, zaten bir geçiş dönemi ve onun getirdiği sorunlar var. Yani zannetmeyin ki, Mecnun misali dağları deliyorum. 21. yüzyıldayız, kimse kimseyi kandırmasın.

İşte hayat bir şekilde akıyor ve beni her gün değiştiriyor. Şunu bir kenara yazın, bu dönem ister iyi ister kötü geçsin de ben bir daha Bursa'daki Artun olmayacağım. Olmamam da gerek zaten. Bu yüzyılın koşulu bu çünkü. Değişmelisiniz, hem de gün.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Diziler...

Uzun zamandır bir dizi yazmaya niyetim var, kep unutulup yalan oluyor. Bari tatildeyken şöyle kallavi bir yazı patlatayım dedim içimden. İçimden çok uzun olacak diye bir his geçiyor.

  • Lost, mayısta bitti gitti, hatırlayanı bile pek kalmadı. Çoğu insan gibi ben de finalden memnun kalmadım. Tüm adanın sırrının dönüp dolaşıp bir ab-ı hayat kaynağı ve onu düzenleyen bir tıpaya bağlanması pek akıl karı gelmedi bana. Finale kadar ne güzel de toparlıyor, maşallah derken, finalde çoğu şeyi ortada bırakıp, kalanını da oldukça basit olarak açıklamaya kalkması beni sinirlendirdi. Son 3 yıldır, bazılarının belirttiği demek ki doğruymuş: Gerçekten yaratıcılar baştan pek bir şey planlamamış, sadece Jacob ve kara dumanın olayı baştan belliymiş.

    Bir arkadaşım, finalde herkes sevdiğini bulduğunu ve bunun dinler üstü olduğunu belirttildiği için benim bazı fikirlerime çok yakın durduğunu, bundan ötürü de sevmem gerektiğini söyledi. Evet, finalin arafta geçen kısmında bu tarz bir şey söylemek istiyor ama ne yazık ki bu, tüm diziye yayılan bir fikir değil. Son sahnedeki ibadethanenin sadece kilise olmayıp 6 dini kapsadığı ima edilse de (camdaki gravürde 6 ayrı din sembolü bulunuyor) bunun finale özel yapılmış bir popülizm (seyirciye oynama) taktiği olduğunu düşünüyorum. Çünkü genelde alt metinde bariz bir şekilde Katolik terminolojisine atıflar yapılıyordu. 2. olaraksa Mısır mitolojisine göndermeler vardı ama bu mitolojinin de genelde Hrıstiyanlaştırma etkisi altında olduğunu düşünmekteyim. Tabii bunlar kişisel fikirlerimdir.
  • Bu sezon bence en iyi finali House, M.D. yaptı. Çok duygusal bir sahneyle duygu sömürüsüne yakın dursa da 1 sezon daha izlenmeye layık bir final yaptı.
  • Ondan sonra Big Bang Theory sürprizli bir finalle gelecek sezonki seyircilerini garanti altına aldı.
  • How I Met Your Mother artık baysa da hala bazen çok güldürmesi ve anneyi iyice merak etmem sebebiyle yeni sezonda devam edeceğim dizilerden.
  • Mayısta 1 hafta içinde Bored to Death'in ilk sezonunu izledim. 2.'si eylülde başlayacak. Zaten 8 bölüm olduğundan kolay izleniyor ama bağımlılık yapıcı. Türü noir-comedy. Hem kara filmlere öykünüyor hem de dehşet komik. Çok sağlam oyuncular barındırıyor. 3 ana karakterde John Schwartzman, Zach Gafiliakis ve Ted Denson var, arada Oliver Platt, Jim Jarmursch filan görünüyor. Farklı bir tat gerçekten. Müzikler de çok iyi. Konuyu bilmeyenlere şöyle özet geçiyim: 2. kitabına bir türlü başlayamayan bir yazar, aniden özel dedektiflik yapmaya karar veriyor. Yeni terk edilmişlik duygusu, spermlerini webde satan bir kanka ve devamlı esas oğlanımızdan uyuşturucu alıp kafa kıyak gezen zengin dergi patronu da yanında hediye.
  • Ardından Breaking Bad'e başladım. 3. sezon haziranda bitti ABD'de. Dizi, kanser olduğunu öğrenen normal bir aile babası olan kimya öğretmeni Walter White'ın, uyuşturucu yapımına girmesini konu alıyor. Zaten bombalara gebe olan hikaye incelikli bir senaryo ile çok iyi yerlere gidiyor. Başlarda olaylar yavaş seyretse de giderek kendi kıvamını buluyor. Bence 3. sezon enfes olmuş. Sadece hikaye uğruna izlenilecek bir dizi. 4. sezon mart 2011'de!
  • Mad Men'in 4. sezonu yeni başladı. Yine ağzımı açık bırakmayı başarıyor. Çünkü hem beni husursuz etmeyi başarıyor hem de kusursuz.

8 Ağustos 2010 Pazar

Son Durum

  • Hayat şu sıralar oldukça hızlı akıyor benim adıma. En azından 1 yıl daha böyle geçecek galiba. Aslında 2010'un başlangıcından beri bir kıpırdanma vardı. Mayıs ile beraber iyice ivme kazandı. Yeni kişiler, yeni yerler, yeni şehirler, yeni alışkanlıklar, yeni bir Artun. Galiba 2010 özeti yazım çok uzun olacak.
  • Yeni alışkanlık dedim ya. İşte size bir yenisi: Otobüste uyuyabiliyorum artık! Kaç kere gece yolculuk yapmışımdır bilmiyorum yarım saat gözüm kapansa kendimi şanslı sayardım, cuma gecesi Bursa'dan ayrılırken gözümü bir kapadım, Susurluk molası dışında, Selçuk'ta gözümü açtım. Ben bile kendime şaşırdım.
  • Cuma günü ilk iş yerimden tamamen ayrılmışım. Gece saat 1.5, yer Kamil Koç Susurluk Tesisleri. Tostumun son lokmasını ağzıma atarken bir baktım Kadir Abi'm, bizim eski bilgi işlem sorumlumuz. Ne güzel bir karşılaşma oldu anlatamam. 5 dakika olsun konuştuk, hasret giderdik. Çok sevindiğim bir anı oldu.
  • Bu karşılaşma durumlarını, eski oda arkadaşım Engin sürekli yapıyor. Onun yanındayken durmadan eski arkadaşları görüyoruz. Tabii birlikte eski bir mazimiz olunca çoğu arkadaş da ortak oluyor. Geçen hafta İstanbul'dayım, cumartesi İstiklal'de o dehşet kalabalığın ortasında eski sıra arkadaşım Nur'u tanıdı. Ertesi gün grupça Bebek Starbucks'a dalmışız. Başka bir arkadaşla konuşurken Engin dürttü beni, "Bak Ceren burada!" dedi. Harbi, adam o kalabalıkta Ceren'i buldu. Pes! :D
  • Dün sabah denize girdim. Bir iki kulaç atıyım dedim, yok, fena hamlaşmışım. Yine açıldım ama belli bir yüzme stilinden eser yok. İstanbul'da spora önem vermeliyim. Durum berbat!
  • Bu akşam dalga çıktı biraz. Hiç üşenmedim girdim. Çocukluğumdaki gibi salak salak dalgalarda hopladım, zıpladım. Çok rahatlatıcı bir aktivite, herkese tavsiye ederim.
  • Bu arada geçen hafta Savaş ve Barış'ı bitirmeyi başardım. Tolstoy gerçekten farklı bir yazar. Büyük olayları çok sıradan ama süslü yazmış. Çok etkilendim. Bu arada Napolyon'un Rusya seferi hakkında bayağı bilgi öğrendim. Zaten Paris'te Hotel des Invalides'te harekat planını görmüştüm. Çok acayip bir savaş!

Kapanan Bir Döneme Dair

İlk işyerim olan FİGES A.Ş.'den fiili olarak cuma günü ayrıldım. Resmi belgelere ise 13 Ağustos olarak geçecek. Resmiyeti bir kenara bırakırsak FİGES'te 1.5 yılı biraz geçkin bir süre çalışmış oldum.

Bu 1.5 yılın benim için kimi açılardan oldukça verimli olduğu kanısındayım. Sonlu elemanlara uygulamalı olarak ilk adım atışım burada oldu. Bu konuda, şu an için bildiklerimi FİGES'te beraber çalıştığım çalışma arkadaşlarıma borçlu olduğumu söyleyebilirim. Teker teker isim vermek çok mantıklı olmaz lakin değerli meslektaşım Serdar Güzel'in önemi benim için hep önde gelmiştir. Eminim, başta Serdar Abi olmak üzere diğer proje arkadaşlarımla gelecekte yolum kesişir. (Tabii bunların içinde Mehmet Sarı gibi eski çalışanlar da bulunmaktadır, unuttuğum sanılmasın.)

İş dışında FİGES'te öğrendiğim diğer önemli unsur ise, çalışma hayatını kavramam ve alışmam oldu. Bazılarınıza çok garip gelebilir lakin bu unsura çok önem vermekteyim. İş hayatının koşulları, alışkanlıkları, kötü tarafları (çok genel oldu ama kısa kesmek istedim). Bugün bir büyüğümle de bu konuyu konuştuk, 21. yüzyılda iş hayatının durumu, gelişimi ve bireye etkisi. Bence 20. yüzyılın ortalarından itibaren önem kazanmaya başlayan (60'larda ABD'deki durumu için Mad Men'i izlemenizi tavsiye ederim) ve yıllar geçtikçe dünyadaki önemi ve hatta tarihe etkisi giderek artan standart bir bireyin iş hayatı, bence bu yüzyıla yön verecek ana unsurlardan olacaktır. Bu açıdan, kendi sektöründe isim yapmış bir firma olan ve kurumsallaşma yolundaki adımları daha yeni atmaya başlayan bir şirkette iş yaşamını öğrenmek birçok açıdan eğitici oldu.

Başka bir kazancı da edindirdiği iş arkadaşları olmuştur. Bunlardan bazıları şimdiden kalıcı olmaya başlamıştır. Yine isim vermek abes kaçacağından kısa kesiyorum.

İşte bir dönem de böyle kapanmış oldu. Şimdi İstanbul'da yeni şirketim olan Hexagon Studio'da daha verimli, daha uzun ve en önemlisi daha başarılı bir dönem geçireceğime inanıyorum. Ama bundaki etkenlerden birinin FİGES'te edindiklerim olduğumu unutacağımı pek zannetmiyorum.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception

Inception, kim ne derse desin, aksiyon sinemasının 2010 yılında geldiği son noktadır. Bundan ötesi şu ana kadar yapılmamıştır. İleride üstüne çıkılacaktır elbet (hatta 3. boyutun tam anlamıyla kullanılması bile yeter) ama an itibariyle zirve budur.

Bunu salt aksiyon sahneleri anlamıyla söylemiyorum, olayın ondan çok daha öte olduğu artık aşikar. Bugün Luc Besson bile 20-30 milyon dolarla ağzı açık bırakan aksiyon sahneleri çekebiliyor. Hal böyleyken en alalade Hollywood aksiyonunda sizi heyecanlandıran en az 1 sahne bulunur. Ha, bu sahne bir Heat (zirvede bu filmden bir sahne bulunur) seviyesine çıkamaz belki ama gayet yaklaşır.

Inception’da ağzınızı açık bırakan düzinelerce sahne var, hatta antolojilere geçecek 1-2 sahne bile var. Ama 2000’ler aksiyon sinemasının esas olayı senaryodur, sahne güzelliği 2. plandadır artık. Matrix serisi, Bourne serisi, The Dark Knight ve hatta Casino Royale göstermiştir ki altyapısı dolu olmayan bir film artık sıradanlığa mahkumdur. Seyirci artık o sahneleri izlerken düşünmek de istemektedir. Sinemadan çıkınca arkadaşlarıyla tartışmak, bloguna yazmak, sanal ortamda fikrini beyan etmek istemektedir.

Böyle bir ortamda Christopher Nolan öyle filmler çekiyor ki baş tacı edilmemesi kaçınılmaz. Sizi bir an olsun uyuşmanıza izin vermezken aynı zamanda çok uç konulara el atıyor. Bunlardan oldukça grifit filmler çıkarırken, tam olarak anlaşılmazlığa da düşmüyor (Lynch gibi) ama finalde tek sahneyle kafanızı allak bullak da ediyor. Memento da, Prestige de böyleydi. Şahsen Prestige’in sonunu hala çözebilmiş değilim (3 kere izlememe rağmen)!

Inception’da bunu bir adım ileriye götürüyor. Tamamen nonlineer bir dünyada bir aksiyon filmi çekiyor, içine çok sağlam bir ana karakter yerleştiriyor, yanına çok şık karakterler ekliyor ve sağlam bir yapı kurmuş oluyor ki bu yapı felsefe, psikoloji ve daha da ilerisi psikoanaliz anlamında çok derin çıkarımlar yapıyor. Dahası da var: Harika bir oyuncu kadrosu kuruyor (filmde 4 cümlenin üzerine çıkan her oyuncu ünlü!), harika bir teknik ekip oluşturuyor (görüntüsünden efektine, sanat tasarımından müziğine (Hans Zimmer nesin, sen ya?)) ve eşsiz bir kurguyla tüm bunları birleştiriyor (ses kurgusu içindedir) (Ayrıca son 1 saatteki kurgunun üzerine çıkabilecek film çok nadirdir!).

Siz bu filme aşık olmazsınız da ne olursunuz, sorarım size?

Yine de şunu söylemek gerek, bu ve bu tarz filmler 40 yaş (hatta 35) altı seyirci kitlesi için anlamını tamamıyla bulabiliyor. Ben babamla filme gittim, bir şey anlamamasını bırakın, çok sıkıldı.

Yazının sonunda finale de değinelim: Ben asla açıklanabileceğini zannetmiyorum. Nolan son 5 saniye ile yine filmini defalarca izlememiz gerektiğinin altını çiziyor!

Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Ellen Page, Joseph Gordon-Levitt, Tom Hardy, Ken Watanabe, Cillian Murphy, Dileep Rao, Marion Cotillard, Tom Berenger, Michael Caine, Pete Postlethwaite, Lukas Haas – Görüntü Yönetmeni: Wally Pfister – Müzik: Hans Zimmer – Senaryo ve Yönetmen: Christopher Nolan – ****1/2

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Nicholas Sparks Uyarlamalarına Dair

Nicholas Sparks, bariz şekilde popcorn romantik romanlar yazan bir yazar. Benim pek kitapla aram yoktur ama kitap uyarlamalarını bolca izlerim.Bundan 5 yıl önce de The Notebook'u izlemiştim.

İsteyen burun kıvırabilir ama çok sevdiğim bir filmdir. Birkaç kere izlemişimdir, zaten orijinal DVD'si de arşivimde mevcuttur. Filme genelden bakarsanız gayet klişe bir yapıyı fark edersiniz. Çok genel olarak bir fakir oğlan-zengin kız aşkı anlatılır. Yeşilçam melodramları gibi yani. Allie yazlık malikanesine taşınan bir zenginin kızıdır. Kasabanın delikanlılarından Noah ile tutkulu bir aşk yaşarlar. Sonra yaz biter, kız döner. Oğlan her gün mektup yazar ama kızın annesi mektupların ulaşmasını engeller. Bir süre sonra kız başkasıyla nişanlanır, oğlan savaşa katılır döner. 3-4 yıl sonra oğlan kızın zamanında bayıldığı bir malikaneyi alıp restore etme başlar. Kız düğününden hemen önce bunu duyunca oraya gider ve kaldıkları yerden devam ederler.

Gördüğünüz gibi klişelerle örülü bir öykü ama iyi kotarılmış bir senaryo, harika bir oyuncu kadrosu (Ryan Gosling, Joan Allen, Rachel McAdams, Sam Sheppard, Gena Rowland, James Coburn) ve iyi bir yönetmenle (Nick Cassavetes) vasatın üzerinde bir film çıkıyordu. Hele romantizmi seviyorsanız çok keyifli bir seyirlik çıkıyordu.

Bu filmden sonra Nicholas Sparks uyarlamalarını takip etmeye başladım. Çok eskiden Paul Newman, Kevin Conster ve Robin Wright Penn'li Message in the Bottle'ı zaten izlemiştim. Hikaye, bunalan New York'lu kadın gazetecinin tatile gittiği sahil kasabasında bir adamla girdiği ilişkiyi, sonrasında adamın hikayesini manşetlere taşımasını ve sonrasındaki olayları aktarıyordu. Keyifli ama klişe bir yapımdı.

Bu iki film arasında nedense gençler arasında kült olmuş A Walk to Remember çekilmiş. Konu şöyle: Bir olay sonrası kamu hizmeti almaya mahkum edilmiş şımarık genç, bu sırada zorunlu gittiği tiyatro kursunda okulun inek kızına aşık olur. Bir süre sonra oğlan iki hayatı arasında bocalar ve bu arada kız ölümcül bir hastalığa tutulur. Aslında biraz oyunculuk ve zeki sahnelerle gayet iyi olabilecek film, Mandy Moore'un akıllara zarar performansıyla unutulmaya mahkum oluyordu.

2007'de Nights in Rodanthe çıktı. Çok vasat bir filmdi. Evliliği uçuruma sürüklenen kadınla kariyeri bir hatayla sarsılan ünlü bir doktorun sonbaharda bir sahil kasabasında geçirdikleri 2-3 geceyi merkeze alıyordu. Diane Lane'in her zamanki güzelliği hatırlanmaya değer pek bir şey yoktu.

Bu yıl ise arka arkaya iki Sparks uyarlaması geldi. Önce Amanda Seyfield ve Channing Tatum'lu Dear John çıktı. Yazlık malikanesine taşınan genç kız, kasabanın delikanlılarından John'la çıkmaya başlar ama John bir askerdir ve 1 aya Irak'a dönecektir. John gidince ilişkilerini mektuplarla sürdüren çiftin bu ilişkisi, kızın evlendiğini haber veren mektubuyla sona erer. Nice yıl sonra birbirini hala sevdiğini anlayan ikili (ve aradaki sorun da kapanınca) birleşir. 90'larda lezzetli filmler çeken Lasse Hallström'ün vasatın üzerinde yönetimi ve Richard Jenkins'in performansıyla ilgi çeken bir romantik filme dönüşüyordu. Konunun fazlasıyla basmakalıplığı nerdeyse filmin nefes almasını engelleyen tek unsurdu.

Dün de The Last Song'u izledim. Bu sefer Sparks senaryoya da bulaşmış ve bence yanlış bir karar olmuş. Bir de Hannah Montana dizisiyle parlayan Miley Cyrus'un berbat performansı da eklenince film, yerlerde sürünmeye başlamış. Konu yine benzer: 2 yıl önce annesinden boşanan babasına sahil kasabasındaki evine zoraki giden kız, kasabanın delikanlılarından biriyle çıkmaya başlar. Oğlan bir süre sonra zengin çıkar, kızın da çok yetenekli ama boşanma yüzünden bunu kullanmadığını anlarız. Bir de kızın babasının öleceği anlaşılır. Oğlanın babaya önceden yaptığı bir yanlışı öğrenen kız, çocuktan ayrılır. Ama oğlan kendini affettirmeyi elbet başarır.

Şimdi tüm konulara bakınca ortak unsurları görmemek imkansız. Her biri sahil kabasında geçiyor, en önemlisi. Ortada bir çift var, bunlardan biri kasaba dışından mutlaka ve yine bunlardan biri zengin, diğeriyse orta halli ama yetenekli. Bu orta halli olan tarafın (genelde) babasının (Nights in Rodanthe'de babanın yerini oğul alıyor) bir hikayesi oluyor yan öykü olarak ve bu öykü ana hikayeye etki ediyor. Klişe olaraksa bir yerde ayrılan çift, finalde bir şekilde birleşiyorlar. Ayrıca baba karakteri ünlü bir karakter oyuncusu tarafından oynanıyor ve çift, dönemin yeni parlamaya yüz tutmuş gençleri tarafından canlandırılıyor.

Şimdi bu kadar birbirini tekrar filmleri neden izliyorum? Valla, denk geliyor biraz da ama genelde iyi bir romantik filmi kaçırmamaya çalışırım. Hele The Notebook sonrası acaba deyip, izledim çoğunu. The Last Song'u izlemeye niyetim yoktu ama sevdiğim yazarlardan Burçin S. Yalçın'ın olumlu eleştirisiyle (Arka Pencere, Sayı 33) şans vermeye karar verdim. Sonuç pek parlak değildi. Yine de Sparks'ta acayip bir şeytan tüyü var, en berbat uyarlamasında bile sizi içine çeken bir güç barındırıyor. Bu yüzden gelecekte gerçekleşecek uyarlamalarını yok saymak, bir hata olabilir (yada çok doğru da olabilir). IMDB'ye göre 2 yeni uyarlama ufukta gözüküyor.

Ötenazi Hakkında Birkaç Fikir

Demokrasinin ana cümlelerinden biridir, "Bir başka bireyin özgürlüğünün başladığı yerde, bireyin özgürlüğü biter." Çok önem verdiğim ve kişisel hayatımda da uyguladığım bir tanımdır.

Başkasının hayatına müdahale etmediğin müddetçe, istediğin şeyi yapmakta özgürsündür. Tabii, burada cümlenin ilk kısmı daha önemli çünkü genelde dikkat edilmeyen taraf bu kısım.

İnsanlar çift taraflı olarak bu hakkı ihlal etmeye pek meraklı. Mesela özgürlüğüne düşkün bir birey, başkalarını hayatını engellemediği halde, sırf hareketi genel düşünceye ters düştüğü için tepki görebiliyor. Bireyin özgürlüğü toplum tarafından keyfi olarak sınırlanıyor. Bu olaya Türkiye'de daha spesifik olarak 'mahalle baskısı' deniliyor. En bariz örnekle, kendi halinde balkonunda içki içmek isteyen biri içemiyor.

Diğer yandan bazı insanlar gayet keyfi olarak başkalarının hayatlarına müdahale ediyorlar ve bu hareketini doğal addediyorlar. Genelde savunmaları toplum veya dini kurallara sahip çıkmak istemeleri.

Burada vereceğim örnek, çok tartışılan bir konu: Ötenazi. Demokrasinin bireye verdiği en temel hak, yaşama hakkıdır. Bu hak, tamamen bireyin kendisine aittir. Eğer birey, bu hakkından vazgeçmek istiyorsa vazgeçebilmelidir.

Hayat, harikulade bir şeydir. Kelimelerle anlatılamayacak, iyiyle kötünün yan yana olduğu, en önemlisi her anı belirsiz olan ve bu yüzden de tüm sürprizlere açık bir boyutlar kümesidir. Ama bazı nadir durumlarda hayatın özelliği kalmaz.

Burada depresif durumları asla kastetmiyorum. Aşk acısı, ölüm acısı, vb. üstesinden zor gelinebilen durumları kastetmiyorum. Bir şekilde bunlardan sıyrılabilir insan, çünkü hayat sürprizleriyle unutturur. Ben ölümcül bir hastalık sonucunda, artık iyileştirilemez durumda bulunanları kastediyorum.

Örneğin amansız bir kanser hastasısınız, öldürmeyip süründüren cinsinden. Şimdi hayatın hiçbir keyfini alamadan, işkence çekerek yaşamınızı sürdürmeniz ne kadar mantıklı?

Tabii, tüm bu durumda olanlara ötenazi uygulanmalı diye bir iddiam yok. Ama eğer bu durumdaki bir kişinin ötenazi hakkını kullanmasına izin verilmeli. Tek iddiam bu!

Diyeceksiniz, "Hayrola, durup dururken nerden aklına geldi?" diye. Pazar sabahı, Al Pacino'nun ilk TV filmi olan You Don't Know Jack'i izledim. Film, hastalarına ötenazi hakkı sunan Dr. Jack Kevorkian'ın karşılaştığı engelleri anlatıyor. Demokrasi hakkında biraz kafa yormak ve ötenazi hakkında düşünmek için birebir. Bir de oyunculuklar süper.

18 Temmuz 2010 Pazar

Son Zamanlarda İzlediklerim

Uzun zamandır film yazmadım sanırım. Bunda ana etken tabii pek izleyemememdir. Kendimi fena halde dizilere verdim çünkü. Önce Bored to Death’i bitirdim, şimdi de yoğun olarak Breaking Bad izlemekteyim. Tabii bir de şu var, son 3 aydır vizyona adam gibi bir film girmedi. Toy Story 3 vardı bir tek, onu birazdan okuyacaksınız.

  • Mayıs ayında Prince of Persia’ya gittim. Eğlendirici olmaktan öte bir amacı olmayan, vasat bir gişe filmiydi.
  • The Last Station, zevkle izlenen bir tarihi drama. Tolstoy’un son 1 yılını anlatıyor. İyi oyunculukları dışında göze çarpan pek artısı yok.
  • The Runaways, Joan Jett’in ilk grubunun hikayesini anlatması açısından önem arz ediyor. Gerisi boş. Kristin Stewart ile Dakota Fanning’i öpüştürerek seyirci çekme taktiği ise fena halde acınası.
  • Toy Story 3, gerçekten bir animasyondan bekleyeceğiniz her şeye sahip. Sağlam karakterler, iyi bir senaryo, denenmemiş bir ana tema, zeki espriler ve göndermeler, harika bir final. Pixar’ın önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. Beni daha da şaşırtan, filmin önceki filmlere hemen hemen hiç dayanmaması çünkü ihtiyacı yok. Elinizdeki malzeme sağlamsa, bir yerlerden destek almanıza da gerek kalmaz. Sadece bu açıdan bile Toy Story 3, benim gözümde bir başyapıttır.
  • Knight and Day, seyircisini eğlendirmek amacını güden ve o yönde oyununu sürdüren bir film. Evet, filmde akıl almaz saçmalıklar var ve son 10 yılda bu tarz filmler artık tutmuyor, o yüzden de çekilmiyor. Ama Knight and Day, amacına o kadar sadık kalıyor ki eğlenmemeniz olanaksız. O yüzden de evet, Knight and Day son derece başarılı bir filmdir ve herkese öneririm. İki eksisi var yalnız: Tom Cruise’un böyle bir rol için yaşlı kaçması ve fazla naif finali.
  • Hot Tub Time Machine de oldukça saçma bir fikirden çok komik bir film çıkarabilme becerisine sahip bir film. 30’lu yaşlarında olan 3 eski arkadaş ve birinin yeğeni, moral depolamak için tatile çıkıyor. Odalarında girdikleri saunanın ayarını ciddi bir şekilde bozunca 1986’ya dönüyorlar ve olaylar başlıyor. 80’leri biraz seviyorsanız, kahkahalar garanti!
  • The Exam’i tüm yeni nesile şiddetle öneririm. Bir mülakatın nasıl uçlara gidebileceğini, sizden ne beklendiğini ve oyunu nasıl oynamanız gerektiğini anlatan bir film. Film, başından sonuna, gerçek zamanlı bir mülakatı izlettiriyor size. Finali o kadar aceleci olmasa bir gerilim başyapıtı olabilirmiş.
  • Cabaret’i büyük bir merakla izledim, All That Jazz’dan aldığım eşsiz keyiften sonra. Ama beklediğim keyfi alamadım. İyi olmasına iyi ama yeterince değil. Ayrıca Lisa Minelli o rol için çok çirkin! Sesi her ne kadar iyi olsa da.
  • Serpico, başyapıt kıvamında bir polis filmi. Al Pacino’nun enfes performansıyla ölümsüzleşiyor asıl. Bu arada son birkaç yıldır Okan Bayülgen’in kimi taklit ettiğini de görmüş oldum.
  • Singles, pek bilinmeyen bir ilişki filmi. Cameron Crowe’a ait olduğu her açıdan bariz. Güzel ama klişe olmayan diyaloglar, sağlam bir müzik sevgisi ve rollerine cuk oturan oyuncular önemli özellikleri. Bazı şarkılara, rock severler bayılabilir. Bir de kıyıda köşedeki oyunculara dikkat, çok ünlü kişiler var. Ben Tim Burton’u tanıdım mesela. Chris Cornell, Eddie Velmer gibi müzik devleri de gözüküyor.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Paris Notları - 3

  • Paris gezimin 4. gününü tamamen Louvre Müzesi'ne ayırdım. Herkesin bahsettiği üzere dehşet bir insan kalabalığına geziyor müzeyi. Hatta ilk girdiğimde ezileceğimi bile zannettim. Hele şu Uzak Doğulu turistler yok mu, her şeyi fotoğraflayıp kameraya almak istiyorlar. Sanki ömür boyu teker teker o resimlere bakacaklar. Öyle sinirler ki bir merdiven çıkıyordum, birden bir uğultu koptu, herkes durakladı. "N'oluyor?" diye başımı kaldırdım ki bir heykel görmüşler. Ya müzenin her tarafı öyle zaten, kaçık mısınız?
  • Louvre'a giriş bir piramidin altından gerçekleşiyor, filmlerde filan görmüşsünüzdür. Müzenin 3 kanadı var: Seine boyunca olan Denon kanadı, orta kısım Sully kanadı ve son olarak Richelieu kanadı. 3 katlı olan müze bu üç kanadın çeşitli kapılarıyla ve esas olarak piramidin altındaki giriş holüyle birleşiyor.
  • Ben Denon kanadıyla başladım çünkü Mona Lisa burada bulunuyor. Sabah ve en kalabalık zamanı olduğu için pek hoşlaşmadım. Kanadın 3. katı İtalyan ressamlarına ayrılmıştı. Sayısız resim vardı. Hepsini incelemek imkansız. Zaten o kalabalıkta yürürken bile yoruluyorsunuz, bırakın seyre dalmayı.
  • Mona Lisa'nın olduğu salon tam bir çılgınlık yeri. Resim (artık orijinal mi değil mi, bilemeyeceğim) güvenlik camıyla korunuyor, önünde de bir güvenlik şeridi var. Her iki yanda da birer görevli kalabalığı kontrol ediyor. Güvenlik şeridinin önünde de ben oradayken 50 kişi filan vardı. Resmi görebilmek için ayak uçlarımın üstünde yükselmek zorunda kaldım.
  • Müzenin her yerinden irili ufaklı yüzlerce oda var ve bunlar da eserlerle dolu. Mesela bir koridorda yürüyorsunuz, gözünüze ufak bir geçiş çarpıyor. Girdiğiniz zaman başka bir ressamın eserlerini görüyorsunuz. Böyle bir sürü oda var. Bunların iyi tarafı, tenha olmaları ve dinlenmek için kanapeler içermeleri. Yani kimsenin gözüne ilişmeden birkaç dakika dinlenebiliyorsunuz.
  • İlk 1.5 saat kalabalık beni o kadar yordu ki acıkmamama rağmen müzenin içinde yer alan Cafe Mollien'e oturdum. Biraz bir şeyler atıştırdım ve yazı yazdım.
  • Denon'un bodrum katındaki Mısır bölümü çok güzel. Sfenksler, lahitler, eşyalar filan bulunuyor.
  • Öğleden sonra Sully'yi daha rahat gezdim. Yine devasa resimler ve tarihi parçalar bulunuyordu. Bir salona girdim. Duvarlarına baştan başa resimler çizilmişti. Bazı odaların tavanlarında bile resim vardı. Görmek için yukarıya mutlaka bakmanız gerekiyor. Kısacası Louvre'un her yeri sanatla dolup taşıyor.
  • Richelieu da ise heykeller ve Kuzey Avrupa ressamları göze çarpıyor. Birkaç Vermeer ve Otto Dyck tablosu görenleri mest edebilir. Ayrıca 3. Napolyon'un mobilyaları da ilgi çekici.
  • Müzede kapalı tek bölüm İslam sanatları kısmıydı. 2011'de açılacakmış, duyurulur.
  • Louvre'u toplamda 10 saatte gezdim. Tenhayken gezmek kesinlikle daha doyurucu. O yüzden Richelieu kanadını gezerken daha fazla keyif aldım. Gideceklere tavsiyem çarşamba yada cuma günü ziyaret etmeleri çünkü bu günlerde 10'a kadar açık oluyor ve 5'ten sonrası çok rahat oluyor.
  • Çıkışta Louvre alışveriş merkezine girdim, sadece yemek için. Nispeten ucuz yemek yenilebiliyor.
  • Son tam günümü Orsay müzesine ayırdım. Aslında ayırmıştım çünkü o kadar kısa süreceğini tahmin edememiştim. 4 saatte müzeyi tamamladım.
  • Orsay aslında eski bir tren garıymış. Şimdiyse bir resim müzesi. Harika bir koleksiyonu var: Monet, Manet, Courbet, Van Gogh, Gaugin, Toulec ve benim daha duymadığım daha nicesi! Bazı resimleri dünyaca ünlü: Mesela Coubet'in 'Dünyanın Merkezi', yatan bir kadının vajinasını tüm görkemiyle gösterir (çok ünlü ve pahalı bir eserdir). Monet'in 'Mavi Nilüferler'i, Van Gogh'un kendini kulaksız çizdiği portresi, Toulec'in 'Dans Eden Kadın'ı zevkle görülebiliyor.
  • Orsay da 'Suç ve Ceza' özel sergisi de vardı. Suç hayatı hakkında bir sürü resim ve obje bulunuyordu. Giyotinden gerçek bir hapishane kapısına kadar oldukça provakatif bir sergiydi. Victor Hugo, Picasso, Andy Warhol, Gaugin gibi ünlü sanatçıların eserleri sergileniyordu. Aynı zamanda polis tutanakları ve olay yeri resimleri gibi çarpıcı detaylar da vardı.
  • Ayrıca 1800'lerin son çeyreğine bazı özel fotoğraflar da bu müzede bulunuyor.
  • Orsay'dan çıkınca Montmarte'ye uğrayayım dedim. Metroya giderken, çok hoş bir hediyelik eşya dükkanı buldum. Oyuncak araba şeklinde çoklu USB cihazı aldım mesela.
  • Montmarte'de hediyelik dükkanlar çok var. Oldukça da kalabalık bir semt ama ben hemen kaçmak istedim.
  • Sacre-Couer Kilisesi'ne çıktım. Beğendiğimi söyleyemem. Merdivenlerinde bolca turist atraksiyonları vardı. Hepsine uzaktan göz attım.
  • Ordan sonra da St. Germain Bulvarı boyunca yürüdüm. Güzeldi. Ünlü bir cafe olan Cafe de Flore'da oturup biraz kitap okudum. Yani entelliğim tuttu. İleriki masalardan birinde üç kişi hararetli bir halde Türkçe konuşuyordu.
  • Akşam son kez etrafta yürüdüm. Çok keyifli bir yürüyüştü. Havanın geç kararması çok hoş.
  • Son gün sadece havaalanına yolculuk ettim. Uçakta bir güzel hasta oldum. Ama gece 12 civarı Bursa'ya varabildim.

11 Temmuz 2010 Pazar

Paris Notları - 2

  • Paris'te hoşlandığım şeylerden biri, ara sokaklarda gezerken ilginç şeylerle karşılaşabilmeniz. Mesela Pantheon'dan Doğa Müzesi'ne giderken vitrini Cannes 2010 biletleriyle ve çeşitli sinemasal fotoğraflarla kaplanmış bir eczane gördüm.
  • Paris Doğa Müzesi harikulade bir yer. Yeryüzünde yaşayan çoğu canlının 1/1 maketinin bulunduğu 4 katlı bir bina. Balıklardan sürüngenlere, dinazorlardan dodo kuşuna muazzam bir koleksiyon var. Üstelik bazı maketler, kadavralardan yapılmış. Mesela bir boynuzlu balina vardı, şu an spesifik adını unuttum ama kadavradan öyle bir yapmışlar ki canlı gibiydi. Tabii ki her maketin Fransızca olarak uzun açıklamalar mevcuttu. Yani merak ettiğiniz bir hayvan hakkında detaylı bir malumat da edinebiliyordunuz.
  • Doğa Müzesi'nde hayran kaldığım bir detay da şuydu: Bir ilkokul sınıfı müzeye getirilmiş ve hocaları tarafından müzeye salıverilmiş. Çocuklar da istedikleri maketi seçerek onun resmini yapıyordu. Hayran kaldığım bir sahneydi.
  • Ardından Mason Müzesi'ne gideyim dedim ama gidemedim çünkü kapanmış!
  • Zafer Takı'na çıktım. Pek bir özelliği yok. Çok büyük bir yuvarlağın ortasında bulunan yüksek bir tak. Yuvarlak 12 ayrı caddeye bağlanacak kadar geniş. Takın tepesinden çevreyi görebiliyorsunuz.
  • Bu yuvarlağın bağlandığı caddelerden biri de dünyanın en ünlü bulvarlarından Champs Elysees Bulvarı. Bulvarın pek özelliği yok ama Bağdat Caddesi'nin çakma olduğunu anlıyorsunuz. İnanılmaz geniş kaldırımlar, cafeler, lüks restarauntlar, son moda mağazalar, caddede son model arabalar ve şık insanlar.
  • Bu bulvarın sonunda ortasında bir obelisk olan Concorde Meydanı bulunuyor. Meydan, gerçekten çok büyüktü. Onun devamında da geniş bir park vardı ki bu da Louvre'da son buluyor. Parkta iki büyük havuz bulunuyor, çevresi bedava sandelyelerle çevrili. Ben de biraz oturup yazı yazdım ki çok ferahlatıcı bir zamandı.
  • Ertesi gün ilk önce Notre Dame Ketadrali'ne gittim. Pek ilgimi çekmedi.
  • Hotel des Invelides'de 6 saat geçirdim. Adına aldanmayın, otel değil askeri müze kendileri. Şöyle söyleyeyim: Adamlar ilk çağdan günümüze kadar askeriye ile ilgili ne varsa koymuşlar. Silahlar, zırhlar, portreler, savaş taktikleri (kimileri 3 boyutlu), kısa belgeseller, 16 yüzyıllık siyasi tarih ki adım adım ve detaylı yazılmış. Tarihi seviyorsanız hayran kalmamak kaçınılmaz! Bir de Napolyon'un mezarı da burada!
  • Ardından Eyfel Kulesi'ne gittim. Bildiğiniz gibi kendileri. Çok ama çok kalabalık. 2. katına çıktım hatta ama keyif almadım.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Paris Notları

  • Paris'e her zaman gitmek istemiştim. Sebebi belirsiz. Sanırım filmlerde ve televizyonlarda gördüklerimden kaynaklandı.
  • Ama aslında Paris bir bahaneydi. Asıl amacım hiçbir tanıdığımın sesini bile duymadan, Türkçe konuşmadan birkaç gün geçirebilmekti. Yabancı bir memlekette amaçsızca yürümek, biraz yeni yer görme heyecanı, biraz da kültürümü arttırmak. Ve bunların hepsini gerçekleştirdim. Mutluyum.
  • İnsanın kafasını boşaltmasının değeri paha biçilemez!
  • Paris'e Pegasus Havayolları ile uçtum (ve geri uçtum). Ben beğendim. Fiyatı uygundu. Uçak fena değildi. Hizmet iyiydi. Uçak kalkmadan önceki video kaydı eğlenceliydi. Memnun kaldım. Ama bir arkadaşım iç hatların berbat olduğunu söyledi. Aklınızda olsun.
  • Hediyeler hariç tüm masrafım 1100 euro tuttu.
  • Toplamda 5 gece kaldım. 6-11 Haziran 2010 arası oradaydım. Gidiş ve dönüş günlere yalan oldu. Ama geri kalan 4 günde bayağı dolaştım.
  • St. Michel Bulvarı ile St. Germen Bulvarı kesiştiği kavşağın hemen yanında bulunan Rue de la Harpe caddesi üzerindeki Hotel du Levant'ta kaldım. Otel çok merkeziydi ki asıl seçme sebebim oydu. Paris'in sıfır noktası olan (tüm mesafeler buraya göre ölçülüyor) Notre Dame Kilisesi'ne yürüyerek sadece 3-4 dk. uzaklıktaydım.
  • Otel güzeldi. Odada buzdolabı, LCD, özel kasa dahil her şey vardı. Gayet kullanışlıydı. Otel görevlileri gayet güleryüzlüydü. Fiyata kahvaltı dahildi ki gayet güzeldi. Günlük fiyat 76 euro'ydu.
  • Uçaktan inince direkt metroyla tanışıyorsunuz. Paris metrosu çok kullanışlı. Her şey açık. Her istasyonda bilet için otomatlar var, bozuk para, banknot veya kredi kartı verebiliyorsunuz. Metro haritası aldıktan sonra İngilizce bilmeniz bile gereksiz. Sadece bineceğeniz metro hattı numarasını bilmeniz yeterli. Oklar sizi yönlendiriyor ki metro içi oldukça karışık ama bu kolaylık hiç problem çıkartmıyor.
  • Geldiğim ilk gün Fransa Sinematek'ine uğradım. Sinema müzesi hayal kırıklığına uğrattı beni. Birkaç sinema projeksiyonu hariç pek ilgi çekici objesi yok. Ama sinema öncesi dönem de Karagöz'ü de göstermesi şaşırtıcıydı. Başka bir katta set fotoğrafları sergisi vardı. 50'lere kadarki tüm üstatların set fotoğrafları sergileniyordu. Serginin Scorsese ve Gavras tarafından düzenlenmesi hoş bir detay. Gavras zaten Sinematek'in başkanı gerçi. Sinema tutkunları için ilginç bir ziyaret olur bence yine de.
  • İkinci gün önce Orta Çağ Müzesi'ne girdim. Çok sıradandı.
  • Ardından Pantheon'a girdim. 25 yaş altı kontejanından bedava girdim. Pantheon dev bir kabiristan. İlk katta dev resimler ve Foucoult Sarkacı temsili harici bir şey yok. Asıl olay alt katta. Victor Hugo, Alexandre Dumas, Jean Jacques Rousseau, Madame Curie, Braille (körler için alfabeyi yaratan kişi) gibi önemli şahsiyetlerin mezarları yer alıyor.
  • Foucoult Sarkacı'nı bilmeyenler için birazcık anlatayım. Bu ünlü deney 19. yüzyılın ortalarında ilk defa Pantheon'da gerçekleştirilmiştir. Bildiğiniz sarkaç, tepede tam orta kısma asılmış ve aşağıya salınmıltır. Sarkacın asla durmadığı gözlemlenmiştir. Bu da dünyanın yuvarlak olduğunun bir kanıtıdır.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Unutulamamış Bir Tatil Dostuna Dair (Hikaye)


Bugüne kadar kimseye anlatmadım. Bir sürü sebep vardı ki bunlardan bazıları hala gizlilik arz ediyor. Zaten o kısımlara girmeyeceğim bu hikâyede. Aslına bakarsanız geçen hafta aldığım o önemli karar olmasa bu hikayeyi daha uzun zaman anlatma niyetinde değildim. En azından emekli olana kadar diyordum. Ama artık anlatmak zamanı geldi.

Bundan yaklaşık 7 yıl önceydi. Kötü zamanlarımdan biriydi. 3 yıllık bir ilişkim yeni bitmişti. Dengesizlik akıyordu her hücremden. Bir çeki düzene ihtiyacım vardı; rahatlamaya, düşünmeye ve yazı yazmaya. O yüzden işten 1 haftalık izin aldım. Hedef az çok belliydi. Kimsenin beni tanımadığı, hatta dilimi bile konuşmadığı bir yerde birkaç gün sakinleşmek. Ufak bir kararsızlıktan sonra Londra’ya bilet aldım.

Ertesi gün Londra Heathrow’da etrafıma salak salak bakınıyordum. İnanın, nereye gideceğimi hiç bilmiyordum. İleride metronun levhasını gördüm ve o tarafa yöneldim, içinde birkaç iç çamaşırı, kıyafet, kitap ve defter olan sırt çantamla. Bindiğim metro hattı tren garından geçerken indim. Sakin bir sahil kasabası fikri aklıma gelmişti. Müze, vs. gezmek yeterli olmayacaktı bitkin ruhuma.

Garda tren çizelgesine göz attım. Gözüme Folkestone diye bir kasaba çarptı. Yandaki haritadan kasabanın Manş Denizi kıyısında olduğunu gördüm. Gişeden tek yöne bilet aldım.

Saate baktığımda küçük bir şok yaşadım. Tren 1 saat 40 dakika önce kalkmıştı. Homurdanarak gişe memuruna gittim. Kadının konuşmasına hiç izin vermeden 1-2 dakika sövüp saydım. O kadar doluydum ki ağzımdan çıkanları duymuyordum bile. En sonunda bir polisin tokadıyla ayıldım. Polis haklı olarak kızarak polis yerine davet etti. Yabancı olduğumu öğrenince pasaportumu istedi ve gayrı ihtiyari bir halde saatimi geri alıp almadığımı sordu. O anda utancımdan kıpkırmızı oldum ve kekeleyerek hayır dedim. Polis memuru, çocuğuna kızan ama içinde şefkat bulunan bir baba gibi azarladı beni. Beraber gişe memurunun yanına gittik. Sinirlerimin bozuk olduğunu, dinlenmeye geldiğimi ama saatimi geri aldığımı unutunca bir an kendimi kaybettiğimi söyledim ve defalarca özür diledim. Kadıncağız da belli iyi yürekliydi, iyice dinlenmeden dönmememi öğütleyerek özrümü kabul etti.

Bu olaylar 15 dakikamı yediğinden trene 5 dakika kalmıştı. Polis memuru platforma kadar bana eşlik etti. Başka bela istemediği belliydi. Ancak trene bindirdikten sonra benden ayrıldı.

Trende kitap okuyarak biraz sakinleştim. Etrafı izlemek biraz beni kendime getirdi. Mevsim sonbahardı. Ekime daha yeni girmiştik. Ağaçların sarı ve kırmızının tüm tonlarını yansıtan yaprakları bir renk cümbüşünü andırıyordu. Ufak tepeler, hızla geçip giden köy evleri, inekler pencereden görünen manzaranın ana öğeleriydi. Böylece 2 saati aşkın tren yolcuğum bitti.

Folkestone’a indiğimde birkaç dakika öylesine dikildim platformda, heykel misali. Sonra denizin kokusunu duydum. Tuzun eksikliği kokusundan bile belliydi ama yine de bu, denizin o büyüleyici kokusuydu. Sadece kokuyu takip ettim. İşte o sırada bu tatilimin ana temasını bulmuştum.

Her şeyin olduğu gibi, tatillerin de ana teması vardır. Önceden pek belli olmayan bir öğedir bu, çoğunlukla da bittikten sonra farkına varırsınız. Hayatınız boyunca da o tatil, o ana temayla beraber aklınıza gelir. Ama bu tatilde, o anda hissetmiştim bunu. Ana temam, içinden geldiğini yapmaktı, sorgusuz sualsiz.

Genelde aşırı planlı olduğumu bilen bazılarınız, bunun imkansız olduğunu düşünebilirler. Ama o 1 hafta böyle geçti.

Sahil caddesine indiğimde hava yavaştan kararmak üzereydi. Etraf birkaç insan haricinde boştu. Onların da yöre insanı olduğu hal ve tavırlarından az çok belliydi. Caddenin denize bakan kısmında kumsal başlıyordu. Yaklaşık 3-4 kilometrelik bir uzunluğa ve orta büyüklükte kum tanelerine sahip bir kumsaldı. Deniz kokusu fazlasıyla belirgindi burada. Ben daha yağmurla karşılaşmasam da burada yağmur daha yeni dinmişti. Dalgalar kıyıya, hırsı tükenmek üzere olan bir demircinin çekicini sallaması misali vuruyordu.

Hemen bir han, otel ya da kalabilecek neresi varsa aramaya koyuldum. Biraz ileride çok şirin bir ev buldum. Bahçe içinde, yarı ahşap yarı betornarme, orta büyüklükte ve en önemlisi camlara konmuş saksıları çiçek dolu çift katlı bir ev. Bahçe kapısında oda bulunduğuna dair bir tabela vardı. Küçük kapıyı açıp bahçeye girdim. O anda kapısı açıldı bu şirin evin. 50 yaşlarında bir adam hala içerisiyle konuşmaya devam ederek içeriden çıkıyordu. Sonradan isminin Ira olduğunu öğrendiğim bu adam, İskoç bir şairdi. Birkaç kitabı yayınlanmıştı lakin hiç ünü olmayan, kendi halinde yaşayan cana yakın biriydi. Sonraları ben ve Sara hakkında yazdığı bir şiiri okumuştum, sanırım kaybettim o şiiri.

Ira beni görünce “Folkestone’a hoş geldiniz, genç beyefendi.” dedi. Yanımdan güler yüzüyle geçti gitti. Kapıdan içeri girerken 60 yaşlarında topluca bir bayan bana bakıyordu. Ira’nın sözünden birinin geldiğini duymuştu.

“Merhaba. Kalacak boş bir odanız var mı?” diye sordum. Sezon harici sadece hafta sonları kalanların olduğunu belirtip şu an 4 odasının da boş olduğunu söyledi. Han sahibem Bayan Pitt, tipik bir han sahibesi portresi çiziyordu. Eşi öldükten evini düzenleyip odalarını kiraya veren biriydi. Tek çocuğu Londra’da bir banka memuruydu yada o öyle sanıyordu. O hafta ve sonrasında o haftayı düşünürken hep Bayan Pitt’in bir şeyler sakladığını düşündüm. Belki de bunların hepsi kuruntudan ibaretti.

Yukarıda odamı gösterirken aç olup olmadığımı sordu. Hazırladığı bir şey yoksa zahmet etmemesini söyledim. Ama Bayan Pitt, dünkü misafirlerden kalan birkaç bir şey olduğunu söyleyip ısıtmak için aşağıya indi. Bir duş alıp mutfağa indiğimde gayet afallamıştım. Benim gibi aç birini bile 3-4 kere doyurmaya yetecek kadar yemek vardı masada.

Otururken nereden geldiğimi sordu. Ama bunu sorarken sorgulayıcı bir tavrı asla yoktu, belli ki gelen misafirlerinin hikayelerini dinlemeyi seven biriydi kendisi. Türk olduğumu duyunca, bir an endişelendi. Yemeklerde domuz olduğunu söyledi. Güldüm, merak etmemesini, sevmesem de önemli olmadığını belirttim. Yüzündeki belirgin endişe o an yerini koca bir gülümsemeye bıraktı, çoğu zaman olduğu gibi.

Yemek yerken çeşitli şeylerden konuştuk. Yüzeysel ama iç açan bir sohbetti. Sonra bana kasabadan ve çevreden bahsetti. Benim hafta sonuna kadar kalacağımı duyunca sevindi, evde başka bir nefes daha olmasının huzur verdiğini söyledi. Masayı toparlamasına yardım ettikten sonra odama çıktım. O gece hiçbir şey okumadan ışığı söndürdüm.

Ertesi sabah kalktığımda içim huzur doluydu, uzun zamandır olmadığı kadar. Pencereyi açıp denizi seyre daldım. Dalgalar daha sert vuruyordu kıyıya. Yağmurun her an başlayabileceği belliydi. Camı hafif açık bırakıp aşağıya indim. Bayan Pitt çoktan kalkmıştı ve enfes bir kahvaltı hazırlamıştı. Ne içmek istediğimi sordu. Sütün kokusunu daha merdiven başında almıştım zaten, seçimim belliydi. Uzun zamandır yapamadığım kadar güzel ve uzun bir kahvaltı yaptım. Ardından bulaşıklarda yardım etmek istediğimi söyledim. Hiç sorgulamadı, oraya rahatlamaya geldiğimi ve bunun da bir parçamı rahatlatacağını anlamıştı.

Bulaşıklar sürerken havanın yağacağını, yürümek istersem mutlaka şemsiye almam gerektiğini tembihledi. Ben de öğüdünü memnuniyetle tuttum. Polarımı, ipodumu ve defterimi alıp uzun bir yürüyüşe çıktım. Şansıma birkaç atıştırma dışında çok damla düşmedi kafama. Kasaba rıhtımına hakim bir tepede biraz yazı yazdım. Biraz manzara, biraz Müfide İnselel tınıları beni kendime getirdi. Merkezde bir bara girip bir bardak viski aldım, sek.

Bardan çıkınca yağmurun başladığını gördüm. Çok yağmıyordu lakin rahat bir yürüyüşe engel teşkil ediyordu. Yine de yavaş adımlarla kaldığım eve yöneldim.

Eve girince Bayan Pitt çok ıslanıp ıslanmadığımı sordu. Sorun yaşamadığımı söyledim. Söylerken Ira’nın orada olduğunu fark ettim. Bayan Pitt ile karşılıklı çay içiyorlardı. Ira yanlarına çağırdı. Üçümüz konuştuk, yine genel konulardan ama lezzetli bir muhabbette bulunduk.

1-2 saat sonra merdivenden aşağı bir kadın indi. 25 yaşlarında, kumral, narin, … Bilemiyorum, Sara’nın o gün nasıl olduğunu unuttum. Çünkü o günden sonra çok değişti. Zaten fiziksel detaylar konusunda hiç iyi değilimdir.

Bayan Pitt, Sara’yı görünce bana dönerek ilginç bir şekilde bir misafir daha edindiğini söyledi. “Anlaşılan bu akşam daha kalabalık bir yemek yiyeceğiz.” dedi. Sara da hafta sonuna dek kafa dinlemek için gelmişti.

Ufak bir tanışmadan sonra odama çıktım. Odam hafif soğumuştu ama bu güzel bir canlılık katmıştı havaya. Yorganın altına girip kitap okumaya başladım. Yanlış hatırlamıyorsan bir klasikti. Ruslardan olabilir.

Belli bir süre sonra sızmışım. Kapıdaki tıklamayla uyandım. Sara’ydı. Yemeğin 15-20 dakikaya hazır olduğunu bildirmeye gelmişti. Üzerimi değiştirip mutfağa indim. Bayan Pitt Sara’nın da yardımıyla yine döktürmüştü. Ira da yemeğe kalmıştı. Dördümüz harika bir yemek yedik. Yemekler hafif ama tam kıvamında ve lezizdi. Sohbet daha çok edebiyat üzerineydi. Beni Türk Edebiyatı hakkında sorguyla çektiler. Kısıtlı bilgimle cevap vermeye çalıştım. O gece hakkında hatırımda kalan diğer önemli husus da ne Bayan Pitt’in ne de Ira’nın Sara ve benim normal yaşamlarımız hakkında soru sormamalarıydı. Kendileri birçok eski anı anlattılar ama bizim hakkımızda hiç soru sormadılar.

O geceki uykum çok daha rahattı. Dalgaların melodik sesiyle uykuya daldım. Tam uyurken başlayan yağmur, hem sesinin dalgalara uyumuyla hem de çıkardığı toprak kokusuyla enfes bir ortam yaratmıştı.

Sabah uyandığımda hala yağmur yağıyordu. Ama bu çok güzel bir yağmurdu. Son derece huzurlu bir halde aşağıya indim. Sara da yeni inmişti. Bayan Pitt yine bana süt kaynatmıştı. İçinde hafif bir tarçın aroması da vardı. Sara kahve içiyordu. Kahvaltı sırasında çok konuşmadık.

Bulaşıkları Sara’yla yıkarken (Bayan Pitt bu sırada etrafı toparlıyordu) yağmur beni inanılmaz cezp etti. İş biter bitmez üzerime hiçbir şey almadan sokağa fırladım. Bir süre öylesine yürüdüm rıhtıma doğru. Beni görünler deliymişim gibi bakıyorlardı. Umurumda değildi. Yağmurum tenine değmesinden aldığım keyif, her şeyin ötesindeydi o an. Tertemiz havayı derin derin içime çektim. Hafif tepelik bir yerde durdum, uzun uzun ufka baktım. Bulunduğum yerden Fransa kıyıları hafif de olsa belirgindi. O kıyıda benim gibi birinin denize bakıp bakmadığını merak ettim. Bir an aklıma Türkiye’de bıraktığım sorunlar geldi. 1 dakika sonra hepsini buruşturup çöpe fırlattım. Eve geri döndüm. Nasılsa, o gün o evi kendi sığınağım olarak görmüştüm.

Kapıdan girince Bayan Pitt’ten önce Sara “Neden?” diye sordu. “Canım o an öyle istedi.” dedim ve ekledim: “İyi ki de istemiş!” Odama çıkıp sıcacık bir duş aldım. O anki ruh halimi anlatmaya kelimeler yetersiz kalır. İnanılmaz rahatlamıştım. Uzun süre fırında pişen, sinirleri alınmış bir incik gibiydim. Yumuşacık.

Defterimi alıp aşağıya indim. Konuşmasam da çevremde insan istemişti canım. Bir nefes, bir soluk… Bayan Pitt ile Sara ayrı köşelerde kitap okuyorlardı. Masaya geçip yazmaya başladım. İkisi de ses etmedi. Bir süre öyle geçti.

Suskunluğu bozan Sara oldu. Yanımdaki sandalyeye oturup “Kızmazsanız size bir şey sorabilir miyim?” dedi. “İnanın bana bugün beni kolay kolay kimse kızdıramaz.” diyerek güldüm, “Hele sizin gibi güzel bir bayandan gelecek soru!” Burada bir parantez açmam gerek. Son cümlenin herhangi bir art niyeti yoktu, o günkü halimi görseniz siz de hak verirdiniz. Parantez kapansın.

Sara gülümsedi, “Hep böyle anlık mı yaşarsınız?” Küçük bir kahkaha attım. “Keşke! Ne yazık ki hayır. Ama ara sıra böyle sıra dışılıklar yapmayı isterim. İlginçtir, istesem de pek yapamam. Anın şartları el vermez. Ama bugün yapmak istedim. Zaten bu kaçamağın ana temasını anlık yaşamak olarak belirledim.” ve ona hava alanından sonra yaşadıklarımı anlattım, en sonunda da tatil felsefemi.

“Bir soru da benden. Siz anlık yaşamaz mısınız? Benim gibi 40 yılda bir olsa da!” O da küçük bir kahkaha attı. “Çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli kitap okurum. Kitaplardaki kahramanlar her böyledir. Ya anlık kararlar vererek ya da vermeye zorlanarak maceraya başlarlar. Hep onlara özenmişimdir. Ama hiç yapamadım, çünkü öyle yetiştirilmedim. Hep bunun yanlış olduğu hakkında öğütler dinledim. Sizin gibi 40 yılda bir yapmaya bile cesaretim kalmadı galiba.”

Bu konuşmayı 7 sene sonra nasıl hatırladığımı sorabilirsiniz. Önemli anlardan biridir hayatımın. O yüzden ara sıra hep aklıma gelir. Sara da o tatilden aklında kalan iki şeyin olduğunu söyler. Birincisi de bu kısa konuşmadır.

Sonra konuşmadık. O kitabını okumaya köşesine geri döndü, ben de yazmaya. Bir zaman sonra Bayan Pitt yemeği hazırlamak için ayağa kalktı. Onu görünce Sara da, ben de yardım etmeye gittik. O akşamki yemek daha sessizdi. Ama yine de konuşuldu. Bayan Pitt eski bir Kelt efsanesi anlattı, Aislung diye bir kız hakkında.

Yemekten sonra Sara odasına çıktı. Ben kitabımla salonda oturdum. Bayan Pitt biraz eski defterlere baktıktan sonra kapıyı kilitleyerek yatmaya çıktı. Bir zaman sonra Sara yanımda belirdi. Ona baktım, niye ayakta dikildiğini merak ederek. Eğildi ve beni öptü. Şaşırdım. Bir daha öptü. Bu sefer ben de onu öptüm. Birbirimize baktık. Yüzünü inceledim. Bir kızı tanırken yüzüne bakmanın çok önemli olduğuna inanırım hep. Bir daha beni öptükten sonra ayağa kalkıp odasına çıktı. Şu anki tahminlerinizin aksine, onu takip etmedim. Neden, bilmiyorum. Biraz pencereden hala yağmaya devam eden güzelim yağmuru ve altında iyice hırslanmış şekilde kumları döven dalgaları izledim. Sonra odama çıktım. Sanki hiçbir şey olmamış gibi biraz daha okuyup uykuya daldım.

Sabah ilk uyandığımda olanları hatırladım. Gülümsedim kendi kendime. Ardından aşağıya indim. Daha Sara ortada yoktu yada çıkmıştı çoktan. Kahvaltıya oturdum. Bir şeyler yerken bir yandan da yerel gazeteyi okudum. Kahvaltıyı bitirmek üzereyken Sara indi. Dün geceki centilmence hareketimden dolayı teşekkür etti, sayemde uzun yıllardır olmayı kadar huzur dolu bir şekilde uyuduğunu söyledi. Valla yaptığım hareketin centilmenlik olduğunu hiç bilmiyordum ama sesimi çıkarmayıp bir şey değil anlamında kafamı salladım.

Kahvaltıdan sonra yağmur dinmişti. Dışarı çıkıp 10 dakikalık küçük bir volta attım. Havayı kokladım. Güneş çıkmıştı. İlginç şekilde hava sıcaktı. Canım o an denize girmek istedi. İçimden neden olmasın dedim ve eve koştum. Tüm şaşkınlığıma beraber çantamın altında mayo buldum! Yazın çıktığım seyahatten kalmış olmalıydı. Giyindim ve aşağı indim. Bayan Pitt bana bakakaldı, yine de neden diye sormadı. Asıl tepki Sara’dan geldi, “Ben de gelebilir miyim?” diye sordu. Artık o da tatil felsefemi benimsemişti.

15 dakika sonra denizdeydik. Su, tahmin edileceği üzere buz gibiydi ama bizi hiç etkilemedi. Bir süre konuşmadan yüzdük. İleride bir kayalık vardı. Ona çıktık, ben biraz zorlansam da. Uzun süre orada güneşlendik. Hayatlarımıza girmeden hayallerimizden söz ettik. Hiçbir detay, isim veya yer adı vermeden pişmanlıklarımızı anlattık. Detayları anlatmama konusu tamamen spontene gelişmişti, hiç de bozmadık. Belli bir süre sonra suya yine atladık, yavaşça yüzerek sahile döndük. Eve vardığımızda şu an hatırlamadığım bir hikaye yüzünden kahkahalar atıyorduk. Odalara çıktık. Duştan sonra biraz yatakta kestirdim.

Uyandığımda öğleni biraz geçmişti. Kapı çaldı. Sara “Girebilir miyim?” diye sordu. Normal zamanda bir erkeğin böyle bir durumda yapacağı hamleler bellidir. Ama bu tatil o tarz bir kaçamak değildi. Ayrıca ben hiç öyle bir erkek olmamıştım. Tarz meselesi, kadın okuyucular fazla böbürlendiğimi düşünebilir. Belki öyledir. Ama ben o gün gerçekten bu tarz bir ilişkiye girmek istemiyordum. Oraya neden geldiğim belliydi ve başka bir şey yapıp o atmosferi bozmayacaktım.

Hala yatakta sele serpe yatıyordum. “Gel!” dedim. İçeri girdi. Beni görünce mahcup bir şekilde özür diledi. Benden o gün kayalıkta anlattıklarını başka kimseye anlatmamam konusunda söz vermemi istedi. Ben de oraya neden uzaklaşmak için geldiğimi, zaten bambaşka bir hayat yaşadığımı ve orada olanların her zaman orada kalacağını söyledim. Gerçekten de bu yazıya kadar hiçbir arkadaşım o tatil hakkında en ufak bir şey duymadı. Olay sadece söz de değildi, o tatilin her zaman sadece bende kalması hoşuma gidiyordu. O vakit bile bunu gayet hissedebiliyordum.

Yemekten önce etrafta yürümeyi teklif etti. Memnuniyetle kabul ettim. Kasabanın etrafında dolaştık. Yürürken yine hayallerimizden bahsettik ama bu sefer bunlara pişmanlıklarımızı da ekledik. Bir anısını anlatırken Sara’nın sağ gözünden iki damla yaşın süzüldüğünü hatırlıyorum. Hayatta bazı anlar vardır. Ne kadar zaman geçse de aklınızda kalır, o 2-3 saniyelik imge. Alakasız bir anda gözünüzü kaparsınız ve gözünüzün önüne geliverir. Sanki bilgisayarınızda kıyıda kalmış bir görüntü yeniden izlemişsiniz gibi. Sara’nın o görüntüsü de aklıma çakılan az sayıdaki imgelerden biridir. O anda öyle açık ve savunmasızdı ki 5-6 yaşlarındaki küçük bir kızı andırıyordu. Daha hayatın ne demek olduğunu anlamasından çok uzaklarda bir gece önce gördüğü rüyasını tüm detaylarıyla anlatırmış gibi. İşte o kadar açıktı bana karşı.

Bense anlatmaya çoktan razıydım zaten. Salaklıklarımı, batırdıklarımı, üzdüklerimi, beceremediklerimi, her şeyi. Üniversiteden sonra belli bir süre psikologa gitmiştim. Ona bile açılmam 1.5 yılı bulmuştu. Hayatıma giren insanlara ise hep sınırlı anlattım içimdekileri. Beni üzmelerinden, beni bana karşı kullanmalarından korktum, çekindim. Ama o gün her şeyi anlattım. Çünkü Sara’dan hiçbir kötülük gelmeyeceğini biliyordum. Çünkü 3 gün sonra onu bir daha göremeyeceğimi, görmeyeceğimi biliyordum (?).

O yürüyüş ne kadar sürdü, pek bir fikrim yok. Tek hatırladığım eve vardığımızda Bayan Pitt’in Ira ile beraber sofrada bizi beklemeleriydi. O akşamki yemekte hiç üzücü şeylerden konuşmadık. Bol kahkahalı bir yemekti. İçtiğimiz birkaç şişe şarabın da etkisi vardı galiba bunda. Şimdi çok uzaklarda yaşanmış, hatta ancak hayal dünyasında olabilecek bir anı gibiydi.

O gece odama giderken Sara’nın kapısının önünde durdum. Neden, bilmiyorum. Ama şuna eminim içeri girmek gibi bir amacım asla yoktu. Kapı açıldı. Sara tüm mahcubiyetiyle bana bakıyordu. İçimden onu öpmek geldi ve öptüm. Sonrası kelimelere dökülemeyecek bir deneyim. Bu sefer tahmininiz doğru, seviştik. Ama farklı bir şeydi bu, koşulsuz, şartsız, sonrasını düşünmeden, sadece o anın keyfini çıkararak. Çünkü ne sevgiliydik, ne eş, ne de partner. Zaten sadece hayvan tarafınızı doyuran tek gecelik bir şey hiç değildi. Bambaşkaydı. En iyisi miydi? Bilmiyorum, ama en sıra dışı olanıydı, orası kesin.

Geceyi Sara’nın odasında geçirdim. İlerleyen saatlerde uyurken ara sıra ağlama sesi duydum. Her seferinde sesimi çıkarmadan ona daha sarıldım, o da elimi öpüyordu. Bu bile yetiyordu anlaşmamıza, sözcüklere gerek kalmamıştı artık. Neden ağladığını ise ben de bilmiyorum. Hiç sormadım, sormak da istemedim. Ama o geceden pişman olmadığı açıktı, beni ilgilendiren de sadece buydu.

Sabah uyandığımda hala kollarımda mışıl mışıl uyuyordu. Hiç ses etmedim, hareket de etmedim. Uzun uzun yüzünü inceledim. Bir şeyler düşündüm. Biraz sonra o da uyandı. Uyanık olduğumu görüp yanağımdan öptü. Bu, hayatımda aldığım en iyi 3. ‘günaydın’dır. İlk ikisi başka hikâyelerin konusu.

Kahvaltıya indik. Ama iki sevgili gibi değil. Çünkü değildik. Bunu ikimiz de biliyorduk. ‘Gerçekler böyleydi’ olayı filan da değil. Öyleydi işte. İki yakın tatil arkadaşıydık, o kadar. Bu tatilden sonra birbirini bir daha görmeyecek olan. Aklınıza hemen Before Sunrise gelebilir. Ama öyle de değildi. O filmde Jesse ile Celine her ne kadar gerçekçi olmaya çalışsalar da alabildiğine romantiktiler ve birbirini görmek için hep can atacaklardı. Ama daha o sabah farkındaydım ki bir daha Sara’yı o tatilden sonra görmek istemeyecektim. O tatili hep özlemle anacaktım (ki hala anıyorum) ama öyle kalmasını isteyecektim. Bu nasıl bir duygu biliyor musunuz? Hani kırda arabayla giderken kıpkırmızı, harika bir çiçek görürsünüz. Geçip gitseniz, o gördüğünüz an hep hafızanızda yer edinecektir. Ama durup o çiçeği eve götürmek için kopardığınızda, o çiçek 10 dakika sonra solacaktır ve artık aklınızda hep o solmuş çiçek ve onun getirdiği pişmanlık kalacaktır.

Sara neler düşünmüştü bilmiyorum. Hiç bu konuda konuşmadık. Şimdiden söyleyeyim, bir daha hiç beraber olmadık ve açık konuşayım, bir daha onunla sevişmek konusunda hiç arzu duymadım. O tatilden sonra mecburen bir araya geldiğimiz zamanlar oldu, ileride de olacak. Ama bu konu daha o sabah kapanmıştı.

Bayan Pitt, her zamanki sevimliğiyle kahvaltıyı hazırlamıştı. Anladı mı anlamadı mı bilmiyorum ama hiç soru sormadı.

Kahvaltıdan sonra yürümek istedim. Sara’yı da davet ettim. Kabul etti, Bayan Pitt’in merkezden birkaç alacağı da vardı. Güzel bir yürüyüş oldu. Bu sefer müzik ve sinema ağırlıklı bir konuşma yaptık. Bunların, yani şarkıların ve filmlerin, hayatımıza etkileri üzerine çıkarımlarda bulunduk. Kasabanın merkezinden özenle alışveriş yaptık. Bilhassa o akşam yiyeceğimiz yemek için. Çünkü bu, son akşam yemeğimiz olacaktı. Sara ertesi gün öğleden sonra ayrılacağını açıklamıştı. Şarap evinden harika bir şişe seçtik. Aperatif olaraksa koyu bir konyak aldık.

Eve dönünce biraz dinlendik. Ben biraz yazı yazdım. Akşamüstü üçümüz de mutfağa girdik, yemeği hazırlamaya. Yemeğe doğru, Ira da geldi. Yine güzel, leziz ve kahkaha dolu bir yemek yendi. O gece odama giderken Sara’nın kapısının önünde durmadım, aklımın ucuna gelmedi. O, o gece yaşanmış ve bitmişti. Yatmadan önce biraz kitap okudum. Yağmur ve dalgaların birbirine karışan sesiyle uyudum.

Sabah kahvaltıdan sonra Sara hazırlanmaya başladı. İstasyona kadar yürüdüm onunla. Ne telefon, ne mail, ne de adres değiş-tokuşu yaptık. Hangi şehirde yaşadığımızı bile bilmiyorduk. Muhtemelen üniversite anılarım yüzünden o benim İstanbul’da yaşıyor zannediyordu. Bu tahminim ileride doğru çıkacaktı.

Trene binerken birbirimize hayatımızda başarılar diledik. Bir daha onu görebileceğimi hiç sanmıyordum. Bir ihtimal bir tatilde uzaktan görürdüm, o zaman bile yanına gitmezdim herhalde. Bizim ilişkimiz 5 günlüktü, öyle de kalmalıydı. Ama bir ihtimali unutmuştum.

Tren hareket edince, az da olsa gidişini izledim. Sara’nın değil, trenin. Bir masalın sonu gibiydi benim bitti. Hani Yaşar der ya, bir şarkısında: “Masal bitti/ Yaş akacak bak, fark etmedin mi?” Yaş akmadı gözlerimden. Sonu baştan belli olan bir yaşanmışlıktı. Yaş akıtacak bir durum değildi. Yaş ne zaman akar yanaklardan bilir misiniz? Bir şeyi kaybettiğinizi yada kazandığınızı aniden anladığınızda. Vücudunuzun o aniliğe verdiği tepkidir sadece, o kadar. Evet, o an gözümden yaş akmadı ama içimde bir şeyler buruldu.

İstasyondan ayrıldıktan sonra biraz daha etrafta dolaşıp eve döndüm. Akşama kadar odamda dinlendim. Ertesi günkü dönüş yolculuğu için ufak hazırlıklar yaptım. Akşam yemeğine inince yeni bir çiftin kalmaya geldiğini gördüm. Yüzleri hatırımdan çıkmış. Erkeğin bankacı olduğunu hatırlıyorum sadece. Yemeği beraber yemiştik, fazla uzatmadan masadan kalktım. Sohbetleri açmamıştı yanılmıyorsam, tipik kapitalist geyikleridir mutlak.

Son defa etrafta dolaştım o gece, bir barda sek viskimi içtim. Sara’yı düşündüğümü hatırlamıyorum. O çoktan beynimdeki anılar bölümünde yerini almıştı. Ama şunu çok iyi hatırlıyorum: Kendi kendime “Bundan çok iyi bir hikaye çıkabilir.” dediğimi. Ama emekli olunca diye düşünmüştüm. Unutulmuş bir tatil dostuna dair, başlıklı. Kısmet, ne Sara unutuldu, ne de hikaye emekliğimi bekleyebildi.

Bar çıkışı biraz daha oyalandım dışarılarda. Barın insan soluğuyla bile ısınan havası, viskinin sindirim sistemime verdiği ısıyla birleşince tamamen ateş basmıştı beni. Sahil caddesinin insanın cildini ısıran hafif sert esintisi beni kendime getirdi. Tam kararında, enfes bir çakırkeyiflik yaşıyordum. Ne unutmam gereken bir derdim vardı, ne de bir sevincim. Hafiftim, tüy misali. Tatilim amacına ulaşmıştı.

İçimdeki sıcaklık etkisini kaybedip derim esintinin sertliğini hissetmeye başlayınca eve döndüm. Girdiğimde kapitalist aile, salonda garip bir kelime oyunuyla zaman öldürüyorlardı. Hiç takılacak havam yoktu. Gözükmeden odama çıktım ve uyudum.

Sabah erkenden kalktım. Bayan Pitt uğurlamak için kalkmıştı bile. Yanıma trende yemem için bir azık hazırlamıştı. Her misafirine yaptığını zannetmiyorum. Gerçekten sevmişti beni herhalde yada ben öyle bir hayale kapılmıştım. Çıkarken gayrı ihtiyari elini öptüğümü hatırlıyorum. Yine sesini çıkarmamıştı, kabul etmişti gösterdiğim garip hürmeti.

Tam çıkarken Ira da geldi. Tıpkı geldiğim günkü gibi bahçede karşılaştık. Bana “Biliyorum çok zor ama ne olursa olsun kalbinin sesini dinle!” demişti. Bazen hatırlarım o sözünü, onun aksanını hatırlamaya çalışarak.

Dönüş yolculuğumda kayda değer bir şey olmamıştı. Hemen hemen hiçbir şey düşünmedim, yaşananlar hakkında. Kitabımı bitirdim. Biraz yazı yazdım, o kadar. Akşam 8-9 arası evime, masal diyarındaki değil, gerçek hayatta yaşadığım eve dönmüştüm.

Şimdi soruyorsunuzdur, Sara’yı bir daha ne zaman gördün diye. Zaten bu sorunun cevabı da bu hikayenin anlatılma sebebi. O cevap olmasa bu tatili, Folkestone’da yaşananlara tanıklık eden o 4 kişi hariç kimse bilmezdi. En azından benden çıkmazdı. Tatlı bir anı olarak kalırdı.

3 ay sonra işten çıkarken telefonum çaldı. Yurt dışından bir numaraydı bu. İlk önce kazıklamak için alınan sahte numaralardan sandım ve açmadım. Birkaç defa çalınca art arda dayanamadım, açtım. Sara’ydı karşıdaki ses. Telefonumu nasıl buldu diye sormayın, bu detay bambaşka bir hikayenin konusu, cevabı da bende saklı olacak.

Sesi hem heyecanlı hem de soğuktu. Ufaktan bir ağlamışlık hissi de vardı. İlk önce halimi hatırımı sordu. Beni nasıl bulabildin diye sorunca, başka bir zaman anlatacağını belirtti. O an ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum çünkü ardından gelen cümle yeterince ağırdı.

Sakince “Ben hamileyim.” dedi bana. Tam da servise binmek üzereydim, bir an dondum. İdrak edemedim durumu. Kendimi toparlayınca bir saniye isteyerek bir koltuğa çöktüm. “Şu an pek müsait değilim. 40 dakikaya evime girerim. Seni bu numaradan arayabilir miyim?” diye sordum. Onayladı ve kapattım. Aslına bakarsanız öyle bir durumda, o kadar soğukkanlılık taşıyan cümleleri nasıl birleştirip söyleyebildiğime hala inanamıyorum. Hele İngilizce.

Eve girene kadar sakin davranmaya çalıştım ama içim farklı duyguların karışımından oluşan bir çorba halindeydi. İğrenç bir histi. İnsanın kusası gelir (üzerinize afiyet) ama kusamaz ya. Daha kötüsü. Kapıyı kapar kapamaz aradım. Detayları anlattı. Doğuracağını ama benden maddi olarak beklentisi olmadığını söyledi. Sadece çocuğuna babasını tanıtmak istediğini, seyrek de olsa beni görmesini istediğini söyledi. Her şeyin planlandığı belliydi.

Tabii içe ister istemez bir şüphe düşüyor. Ama daha ben hiçbir imada bulunmadan doğum ertesinde babalık testi yapılacağını söyledi. Şaşırdım duyunca, bu kadar detaylı düşünmesi, çocuğa bir planmış gibi bakması çok garibime gitti. Sonradan o günkü konuşmadaki tüm bu planlı halin sebebini öğrendim tabii. Ama bu, dediğim üzere, gizlilik arz eden bambaşka bir hikayenin konusu.

O günden sonra Sara’yla düzenli aralıklarla konuştuk ve internetten yazıştık. Ama hamilelik döneminde de ve sonrasında da pek kişisel mevzulara girmedik. O fasıl Folkestone’da kapanmıştı. Hala sadece Arwen hakkında konuşuruz.

Evet, bir kızımız oldu sonunda. İkimiz de Tolkien hayranı olduğumuzdan Arwen adını uygun gördük. İsim haricinde Arwen üzerinde pek fazla söz hakkım olmadı. Zaten yasal olarak hiç yoktu. Doğum sonrası Arwen’in babası olarak ismim belgelere geçti ama tüm yasal haklarımı koşulsuz olarak Sara’ya devrettim. Doğrusu da buydu zaten. Ama istemeseydim bile öyle olacaktı. Neyse, bu konu da o başka hikayenin konusu.

Arwen şu an 6 yaşında. 1. sınıfa yeni başladı. Yılda iki kere mutlaka görüyorum. Ama bunu ne ailem ne arkadaşlarım biliyor. Ayda 1-2 kere de konuşuruz web üzerinden. Önemli bir şey olursa da Sara mutlaka haber veriyor, zorunda olmasa bile. Arwen’in babasının olması, onun çok önem verdiği bir konu olduğunun farkındayım. O yüzden elimden geldiğince bu sorumluğumu layığıyla yerine getirmeye çalışıyorum. Bunu görmek bile ona yetiyor.

Bu hikayeyi yazmadan ona da danıştım. Yazmam gerektiğini o da biliyordu. Sonuçta evlenecek birinin, hayatındaki her şeyi eşiyle paylaşması gerekir. İşte bu hikaye o yüzden yazıldı, müstakbel eşime okutmak için. Evlenme teklifinden sonraki gün (ilk teklifte ciddi olaylardan bahsetmeyi yakışıksız buldum) bu hikayeyi bir mektup halinde nişanlımın eline verdim. Sadece okumasını ve bitince birkaç dakika düşünmesini rica ettim. Sanırım bunun sebebi, bu anı çok düşünmeme karşı nasıl karşılayacağını asla kestiremememdi. Ama çok geçmeden yanıma gelip elimi tutup kulağıma bir şeyler fısıldadı. Bu da bambaşka bir hikayenin konusudur.

Şimdi de siz, sevgili okuyucularıma yazıyorum bu hikayeyi. Boş bir anınızda keyifle okumanızı umarak. Yalnız sizden karşılığında bir şey isteyeceğim: Soru sormamanızı. Bu hikaye, hala daha bir masaldır benim için, gerçek hayata ufak etkileri olmasına karşın. O yüzden paylaştığımız sırrımız olsun, bir blogta yayınlansa da.

Not: Hikayedeki isimler, başkalarının özel hayatını da etkileyebileceği düşünülerek tarafımdan değiştirilmiştir.