28 Temmuz 2010 Çarşamba

Nicholas Sparks Uyarlamalarına Dair

Nicholas Sparks, bariz şekilde popcorn romantik romanlar yazan bir yazar. Benim pek kitapla aram yoktur ama kitap uyarlamalarını bolca izlerim.Bundan 5 yıl önce de The Notebook'u izlemiştim.

İsteyen burun kıvırabilir ama çok sevdiğim bir filmdir. Birkaç kere izlemişimdir, zaten orijinal DVD'si de arşivimde mevcuttur. Filme genelden bakarsanız gayet klişe bir yapıyı fark edersiniz. Çok genel olarak bir fakir oğlan-zengin kız aşkı anlatılır. Yeşilçam melodramları gibi yani. Allie yazlık malikanesine taşınan bir zenginin kızıdır. Kasabanın delikanlılarından Noah ile tutkulu bir aşk yaşarlar. Sonra yaz biter, kız döner. Oğlan her gün mektup yazar ama kızın annesi mektupların ulaşmasını engeller. Bir süre sonra kız başkasıyla nişanlanır, oğlan savaşa katılır döner. 3-4 yıl sonra oğlan kızın zamanında bayıldığı bir malikaneyi alıp restore etme başlar. Kız düğününden hemen önce bunu duyunca oraya gider ve kaldıkları yerden devam ederler.

Gördüğünüz gibi klişelerle örülü bir öykü ama iyi kotarılmış bir senaryo, harika bir oyuncu kadrosu (Ryan Gosling, Joan Allen, Rachel McAdams, Sam Sheppard, Gena Rowland, James Coburn) ve iyi bir yönetmenle (Nick Cassavetes) vasatın üzerinde bir film çıkıyordu. Hele romantizmi seviyorsanız çok keyifli bir seyirlik çıkıyordu.

Bu filmden sonra Nicholas Sparks uyarlamalarını takip etmeye başladım. Çok eskiden Paul Newman, Kevin Conster ve Robin Wright Penn'li Message in the Bottle'ı zaten izlemiştim. Hikaye, bunalan New York'lu kadın gazetecinin tatile gittiği sahil kasabasında bir adamla girdiği ilişkiyi, sonrasında adamın hikayesini manşetlere taşımasını ve sonrasındaki olayları aktarıyordu. Keyifli ama klişe bir yapımdı.

Bu iki film arasında nedense gençler arasında kült olmuş A Walk to Remember çekilmiş. Konu şöyle: Bir olay sonrası kamu hizmeti almaya mahkum edilmiş şımarık genç, bu sırada zorunlu gittiği tiyatro kursunda okulun inek kızına aşık olur. Bir süre sonra oğlan iki hayatı arasında bocalar ve bu arada kız ölümcül bir hastalığa tutulur. Aslında biraz oyunculuk ve zeki sahnelerle gayet iyi olabilecek film, Mandy Moore'un akıllara zarar performansıyla unutulmaya mahkum oluyordu.

2007'de Nights in Rodanthe çıktı. Çok vasat bir filmdi. Evliliği uçuruma sürüklenen kadınla kariyeri bir hatayla sarsılan ünlü bir doktorun sonbaharda bir sahil kasabasında geçirdikleri 2-3 geceyi merkeze alıyordu. Diane Lane'in her zamanki güzelliği hatırlanmaya değer pek bir şey yoktu.

Bu yıl ise arka arkaya iki Sparks uyarlaması geldi. Önce Amanda Seyfield ve Channing Tatum'lu Dear John çıktı. Yazlık malikanesine taşınan genç kız, kasabanın delikanlılarından John'la çıkmaya başlar ama John bir askerdir ve 1 aya Irak'a dönecektir. John gidince ilişkilerini mektuplarla sürdüren çiftin bu ilişkisi, kızın evlendiğini haber veren mektubuyla sona erer. Nice yıl sonra birbirini hala sevdiğini anlayan ikili (ve aradaki sorun da kapanınca) birleşir. 90'larda lezzetli filmler çeken Lasse Hallström'ün vasatın üzerinde yönetimi ve Richard Jenkins'in performansıyla ilgi çeken bir romantik filme dönüşüyordu. Konunun fazlasıyla basmakalıplığı nerdeyse filmin nefes almasını engelleyen tek unsurdu.

Dün de The Last Song'u izledim. Bu sefer Sparks senaryoya da bulaşmış ve bence yanlış bir karar olmuş. Bir de Hannah Montana dizisiyle parlayan Miley Cyrus'un berbat performansı da eklenince film, yerlerde sürünmeye başlamış. Konu yine benzer: 2 yıl önce annesinden boşanan babasına sahil kasabasındaki evine zoraki giden kız, kasabanın delikanlılarından biriyle çıkmaya başlar. Oğlan bir süre sonra zengin çıkar, kızın da çok yetenekli ama boşanma yüzünden bunu kullanmadığını anlarız. Bir de kızın babasının öleceği anlaşılır. Oğlanın babaya önceden yaptığı bir yanlışı öğrenen kız, çocuktan ayrılır. Ama oğlan kendini affettirmeyi elbet başarır.

Şimdi tüm konulara bakınca ortak unsurları görmemek imkansız. Her biri sahil kabasında geçiyor, en önemlisi. Ortada bir çift var, bunlardan biri kasaba dışından mutlaka ve yine bunlardan biri zengin, diğeriyse orta halli ama yetenekli. Bu orta halli olan tarafın (genelde) babasının (Nights in Rodanthe'de babanın yerini oğul alıyor) bir hikayesi oluyor yan öykü olarak ve bu öykü ana hikayeye etki ediyor. Klişe olaraksa bir yerde ayrılan çift, finalde bir şekilde birleşiyorlar. Ayrıca baba karakteri ünlü bir karakter oyuncusu tarafından oynanıyor ve çift, dönemin yeni parlamaya yüz tutmuş gençleri tarafından canlandırılıyor.

Şimdi bu kadar birbirini tekrar filmleri neden izliyorum? Valla, denk geliyor biraz da ama genelde iyi bir romantik filmi kaçırmamaya çalışırım. Hele The Notebook sonrası acaba deyip, izledim çoğunu. The Last Song'u izlemeye niyetim yoktu ama sevdiğim yazarlardan Burçin S. Yalçın'ın olumlu eleştirisiyle (Arka Pencere, Sayı 33) şans vermeye karar verdim. Sonuç pek parlak değildi. Yine de Sparks'ta acayip bir şeytan tüyü var, en berbat uyarlamasında bile sizi içine çeken bir güç barındırıyor. Bu yüzden gelecekte gerçekleşecek uyarlamalarını yok saymak, bir hata olabilir (yada çok doğru da olabilir). IMDB'ye göre 2 yeni uyarlama ufukta gözüküyor.

Hiç yorum yok: