31 Mart 2011 Perşembe

Last Night: Aldatma Üzerine Bir Film

Geçen hafta bir film izledim, fazla iddiası olmayan. Adı Last Night, İstanbul Film Festivali'nde galası yapılacak. Massy Tadjedin'in ilk filmi olan bu kendi çapındaki eser, oyuncularıyla adından söz ettiriyor. Ama benim derdim, oyuncular veya filmin teknik özellikleri değil ki onlar da fena sayılmaz, gereken yapılmış.

Film, bir evli çiftin iki gecesinin üzerine yoğunlaşıyor. Tabii, adında geçen gece ikincisi. İlk gecede, çiftimiz erkeğin bir arkadaşın ev partisine gidiyor. Kadın fark ediyor ki başka bir kadın erkeğini gözetliyor ama erkek pek yüz vermiyor. Neyse, parti çıkışı kadın biraz hırlıyor, tavır yapıyor, erkek de gecenin bir vakti kadına yumurta pişirerek gönlünü alıyor. Gayet şık ve uzun ama sade bir karakter tanıtımı bölümü.

Sonrası... Filmin büyüsünü bozmamak adına ertesi günü size bırakıyorum lakin biraz sonra yazacaklarım hafif olayları açıklıyor ama siz yine de izleyin, ben çok keyif aldım.

Film, aldatma eyleminin yapısı hakkında. Benim bu konuda biraz düşünmüşlüğüm vardır. Aldatma sizce neye denir? Hangi eyleme aldatma girer, hangisi girmez?

Mesela aldatmak için illa cinsel ilişki gerekli mi? Şeriata göre evet, bu sorunun cevabı. Ortada seks yoksa zina da olmuyor. Sizce? Mesela erkek/kız arkadaşınız başka biriyle öpüşecek, hatta sevişecek ama birleşme olmayacak. Zina değil mi bu? Hadi abartmayalım, partneriniz başka biriyle flörte başladı, öpüşme kıvamına da geldi. Şimdi olay nedir? Olay çok bıçak sırtı tabii. Bir de şu tabir vardır, yakalanmayan aldatma aldatma sayılmaz. Sizce?

Günümüzde ilişkiler, bu tarz olaylarla çok karşılaşıyor. Nedenleri çok çeşitli, hiç girmeyeceğim. Ama bir kimsenin aldatmayı düşünmesi bile aldatma değil midir? Yada artık partnerini sevmediğinin kanıtı değil midir? Bu haldeyken ortada bir eylem olmasa bile o ilişki çoktan bitmiş olmuyor mu?

Çok soyut konulara girdiğimin farkındayım. Açıkçası hiç birine cevap veremem, vermeye ehliyetim de yok zaten. Ben bu yazıda sadece kafamdaki bazı soruları sizlerle paylaşmak istedim. Film de bu soruları bana hatırlattı çünkü tam da üzerlerine vurgu yapıyor. Çok can alıcı noktada da ucunu açık bırakıyor. Mesela; erkekle kadın olan iş arkadaşı aldatma üzerine konuşuyorlar:

K: Hiç aldattın mı?
E: Hayır. Sen?
K: Hayır. Hiç aldatıldın mı?
E: Hayır.
K: Ben aldatıldım.
E: Nasıl bir duyguydu?
K: Felaket. Bir sabah, kızla çıktıkları tatilin fotoğraflarını bilgisayarında gördüm. Aklım başımdan gitti, çok öfkelendim. Aldatıldığımdan değil, o an çaresiz olduğumdan.
E: Ne oldu?
K: Büyük bir kavga ettik. Bir daha olmayacağına dair söz verdi, yalvardı.
E: Döndün mü?
K: Evet.
E: Daha kötü olmadı mı?
K: Hayır. İlişkimizin en güzel yılını geçirdik. Muhteşemdi.
E: Şimdi nerede?
K: O kavgadan bir yıl sonra öldü. Çok ağladım.
E: Eğer yaşasaydı onunla mı olurdun?
K: Muhtemelen. Ama bu, senden etkilenmeme engel olmazdı.

29 Mart 2011 Salı

Videoda Kendini İzleyebilmek

1 aydır 2 oldu videoya çekiliyorum. Bunlar kısa videolardı, eğlenceliğine çekilen. Arkadaşlar geyiğine çektiler, hatıra olsun diye. Güzel de oldu.

Yalnız bu videolar, pek kimsenin bilmediği bir özelliğimin hortlamasını sağladı. Ben videoya çekilmeyi sevmem çünkü orada göreceğim görüntü aklıma gelir ve kendimi kasarım, çünkü o görüntüden tam manasıyla nefret ederim.

Geçen güne kadar bu korkumun, nefretimin üzerinde pek düşünmemiştim. Psikologumla konuşurken bundan bahsettim, daha doğrusu önce anlatmaya çalıştım. Size de açıklamak istiyorum çünkü ardından gelen yorum beni çok şaşırttı.

Bir kimse günlük hayat içerisindeyken, nasıl konuştuğuna veya nasıl davrandığını göremez. Tabii ki bu eylemleri fark eder, bilir ama dışarıdan birisiymiş gibi kendini gözlemleyemez. Mesela yaptığı küçük bir el hareketini gayr-ı ihtiyari yapar ve onun farkına varmaz ama dışarıdan onu gözlemleyen biri bunu kolayca görebilir.

Bunu benim durumumla ilişkilendirirsek, beni tanıyanlar, hatta sadece görenler bilir, çeşitli fiziksel engellerim var: Konuşmam gariptir ve ses düzeyi yüksektir; hareketlerim biraz dengesizdir. Ama ben, günlük hayat içerisinde bu saydıklarımı gözlemleyemiyorum, gözlerimden dünyaya baktığımda kendimi değil çevremi görüyorum. Sesim de bana gayet normal geliyor (bunun sebebini hala anlamış değilim).

İşte videoda kendimi görünce gerçek benle karşılaşıyorum. (Şizofrenik bir durum yok, merak etmeyin, geceleri katile dönüşmüyorum :D ) Kendimi herkesin gördüğü gibi görmeye başlıyorum ve alışmadığım için de bu görüntü beni sinirlendiriyor. Tabii, burada kendim ile barışık olmama durumu da var lakin başka bir bakış açısı da var ve bu açıyı ben ilk defa görebiliyorum.

Psikologuma bu durumu 2-3 anlatış sonrasında layığıyla anlatabildikten sonra (bu yazı, o anlatıştan sonra yazıldığı için kolayca yazılabildi) bana bu açıyı gösterdi. "Sen," dedi, "başkaları seni o haliyle yargılayacağını düşündüğün için böyle bir tepki veriyorsun. Başkalarının seni nasıl göreceğini düşünmezsen, ırgalamazsan o görüntüyü de takmazsın."

Belki şu anda basit bir yorum gibi gelebilir ama beni çok şaşırttı. Zaten basit olayları göremediğimizden bazı olayları çözemeyiz.

Hayatta diğer insanlara bazen gereğinden fazla değer veriyoruz. Onları düşünmekten, onların bizi nasıl yargılayacağını düşünmekten kendimiz olamıyoruz. Bu da bizi (belki de bir kısmımızı) içimize kapatıyor. Bu kapanma da, başka sorunlara yol açabiliyor.

En önemlisi kendimizi ifade edemiyoruz ve otomatikman daha da yanlış anlaşılıyoruz. Yani bazı negatif sonuçları, kendimize kendimiz yapıyoruz.

Son 1 yıldır, üzerinde çok düşündüğüm konular bunlar. Biraz da bencil olmak, kendine değer verebilmek, kendini layığıyla savunabilmek. Tabii, tüm bunları yerinde, zamanında ve ölçüsünde yapabilmek. Kolay değil ama o denge neden tutturulmasın?

Bu yazıyı okuyanlar neden yazdığımı sorgulayabilir. Evet, bunlar benim sorunlarım ama aynı zamanda günümüzde çoğu kişinin de yaşadığı sorunlar. Benim engelim buradaki ana neden olabilir, ama başka kişiler de başka sorunlarını bahane ederek aynı mekanizmanın içine çekiliyor. Bu blogun, amaçlarından biri de yaşadığım deneyimleri anlatmak olduğundan, bana yazmak çok zor gelse de yazdım.

Biliyorum ki şimdi hemen bu sorunumdan kurtulamasam da bunu aşmak için çaba göstereceğim çünkü bu tarz sorunlar beni çok sıkmaya başladı. Eminim ki siz de buna benzer bir sorunun üstesinden gelebilirsiniz.

28 Mart 2011 Pazartesi

İlişki Türleri

Son zamanlarda aklıma bir şey takıldı. Bir ilişki sırasında kendini değiştirme mevzusu. Bilmiyorum, hiç ilişki yaşamamış biri bunu nasıl açıklayabilir ama son zamanlardaki gözlemlerim şunlar:

Bir ilişki (doğal olarak) iki kişiden oluşuyor ama bu çift iki kişilik aktivite değil, tek kişilik bir eylem yapıyorlar. Çok mu tanıma boğdum. Galiba. Olay şu: Normalde kendi kendine takılan iki kişi bir ilişki kurunca, birlikte oldukları zamanda beraber takılıyorlar. Bunda açıklanacak ne var, diyebilirsiniz. Olay bunun nasıl yapıldığı!

Çiftin ortak zevkleri varsa önce onlar yapılıyor. Ama iki kişinin tüm hayatları bir olamayacağına göre bir yerden sonra bir tarafın istedikleri veya sırayla iki tarafın istedikleri yapılıyor. Sonuçta bir seferde, ilişkinin bir tarafı kendinden fedakarlık etmek zorunda kalıyor. Bu da çok doğal ama tam da bu nokta, ilişkinin karakteristiğini belirliyor.

Şöyle ki: A ve B kişileri olsun, bunlar da AB çiftini oluştursun. (Bir mühendisin çift örneği de bu kadar olur yani!) İlişkinin ilerleyen safhalarında üç yol izlenebilir: Ya A'ya göre bir hayat çizilir ve hep A'nın dediği olur; ya tam tersi B'nin dediği olur ya da ortak bir paydada buluşulup beraber bir hayat çizilir. Aslında ilk ikisi okuyunca kötü gelse de çevremizdeki çoğu ilişkinin sahip olduğu bir karakteristiktir, bilhassa Türkiye'deki çoğu ilişkinin ilk iki türde olduğu kanısındayım.

Buradaki önemli faktör üçüncü yol, çünkü farklı şekillerde uygulandığında farklı sonuçlara götüren bir yol. Çoğu çifti bunu heterojen bir karışım olarak uyguluyor bence. Biraz ondan, biraz bundan. Fedakarlık, vefa, sevgi var lakin birbiri içinde çözülme yok. İki taraf da kişisel özelliklerini hala korurlar. Bir çiftlerdir ama aslında bireyliklerini de korumaktadırlar. Bir sorun çıktığında ya da aradaki bağ kaybolduğunda ayrışmaları da çok kolaydır. Çünkü zaten hiç gerçek birer çift olmamışlardır, sadece -miş gibi yapmışlardır. Bir önceki paragrafta bahsettiğim iki türde de belki çift özelliği yoktur lakin çiftin bir tarafı çift olmanın tüm sorumluğunu üstlenerek kendi kişiliğini kaybedip tamamen diğer kişiye bağlanır. Yani tek taraflı olsa da, gerçek bir çifte dönüşürler. (Karşıdaki kişi, bundan sıkılıp bu ilişkiyi bitirmediği müddetçe!)

İşin zor kısmı ise, üçüncü yolun başka bir versiyonudur. Bu sefer ilişkinin sonucunda AB çifti oluşur ama ne A'nın ne B'nin özelliklerini taşır. (Biraz abartı oldu ama anladınız, siz) Demek istediğim A ve B birbirlerine tamamen, homojen bir şekilde bağlanırlar (ying-yang durumu). Artık kişisel arzuları kalmaz, her şeyi çift olarak düşünürler. Tabii, yalnız zaman geçirip eski arkadaşlarını görüler fakat hayatı artık bir çift olarak görürler, bir çift olarak yaşarlar.

Güzeli son söylediğim olsa da çok nadir bulunduğundan insanlar gittikçe bir mit olduğunu düşünüyorlar artık. Bu yüzyılda, bu kirlenmiş dünyada, gözleri para hırsıyla dönmüş insanlar arasında gerçekten bir mit haline geliyor, aşk.

İlk filmimin (Sümüklü Kız) ilk ve ana cümlesi şuydu: "Aşk, limiti sonsuza giderken kendisi sıfıra giden bir fonksiyondur." Filmin berbatlığı da benim bu cümleyi layığıyla anlatamamamdan kaynaklanmaktaydı. İşte, 6 yıl sonra olsa da demek istediğim buydu: Aşık bir insan kendi kişiliğini kaybeder lakin daha önemlisini kazanır; başka bir insanla beraber oluşturduğu yepyeni bir kişilik.

21 Mart 2011 Pazartesi

Fatih'te Bir Pazar Günü

Sabah kalktım. Giyinip kendimi dışarı attım direkt. Hafif yağmur çiseliyordu fakat rahatsız etmeyecek şekilde. Kadıköy'e inen ilk otobüse atladım. 10 dakikada Rıhtım'daydım. İskeleye gitmeden Murat Muhallebicisi'nden poğaça ve açma aldım, vapurda yemek üzere.

İskeleye varmak üzereydim ki İstem aradı, çocukluk arkadaşım, içeride bekliyormuş. Hemen içeriye seğirttim. Öpüştük ve direkt Eminönü vapuruna atladık. O da birkaç poğaça almış. Bir ondan bir benden yiyerek kah Boğaz'ın o eşsiz güzelliğine daldık kah hoşbeş ettik.

Eminönü'ye vardığımızda istikamet belliydi, Unkapanı'ndaki İMÇ Blokları. Ben sahilden gitmeyi düşünürken İstem içeriden gidelim dedi. Zaman varken, değişiklik olur diye kabul ettim. Ara sokaklardan, ilginç binaların önlerinden ve bayağı bir yokuştan geçtik ki Beyazıt'tayız! Yani hedefimizin tam ters yönündeyiz! Neyse ki bir kere Beyazıt'tan Vefa'ya çıkmıştım. Birkaç kişiye sorarak ve zamanı 20 dakika geçirerek grubumuzla İMÇ önünde buluştuk.

Grubun biri hariç tümü İTÜ'lü. Hilal'i de fahri İTÜ'lü saydığımızdan grubumuza İTÜ grubu diyebiliriz rahatlıkla. Grubun hala lisans okuyan tek üyesi Burak Avcı, aynı zamanda grubun rehberi ve bu günün sorumlusu. Onun rehberliğinde Zeyrek ve Fatih'i gezeceğiz.

Turumuz daha buluşma yerinden başlıyor ve İMÇ Bloklarının ve tam karşısındaki SGK Binası'nın 60'larda Ağa Han Ödülü'nün almış iki ünlü mimari eser olduğunu öğreniyoruz. Sebebi ise, çevresindeki tarihsel dokudan kopmadan ve çevresine uyumlu şekilde imar edilmiş olması. Bugünkü yapılarımıza ne kadar ters, değil mi?

SGK Binası'nın hemen arkasından Zeyrek'e giriş yapıyoruz. İlk durak Molla Zeyrek Camii. Fetihten sonra ilk dönüştürülmüş camilerden. Şu an restorasyon halinde ama hiç güzel bir şey çıkacağından umudum yok! Ben bu camiye 3 yıl önce girmiştim, yine gezi amaçlı. Caminin bir yerinde çok özel bir mozaik var. Tarihi belki de 1000 yıllık, belki de daha eski. İncil'in ünlü hikayelerinden Samson ve Delilah masalındaki Samson'u resmeder bu mozaik. Bundan sonra görmeniz için imama yalvarmanız gerek, ne yazık ki. Bizim grup, cami önünde mahalle çocuklarıyla sohbete başlıyor. Biraz da misket oynuyorlar, kimileri bilye der bu küre şekilli oyuncağa, ben hala misket oynayan kaldı mı bakışlarımı atarken. Ayrıca cami önündeki Tüçev binasının içinde gizli bir sarnıç varmış, ilgilenenlere.

Ardından Zeyrekhane'de Haliç manzarası eşliğinden çayımızı yudumluyoruz. Hafif fiyatları yüksek ama hizmet gayet iyi. Ardından sokaklara dalıyoruz, gezinmeye başlıyoruz. Başka bir kiliseden dönüştürülmüş camiye kapalı olduğundan giremiyoruz ki bu camiyi sadece bir cepheden fark edebilirsiniz. Diğer cepheleri evlerle kaplanmış. Kilisenin planı çok özelmiş, Burak'tan öğrendiğimize göre.

Gezinirken eski binalar, çeşmeler ve daha nice ilginç yapı gözümüze çarpıyor. Kimi harap halde, kimi de belediye tarafından onarıma alınmış. Ama çevre halkın bu yapılara duyarsızlığı her hallerinden belli.

Kadınlar Pazarı'nda geziniyoruz bir ara. Bu caddede Mimar Sinan'ın tasarladığı bir hamam var, Çinili Hamam. Ne yazık ki burası da kapalı ve harap halde. Çevredeki Siirtli esnafın buranın yıkılmasını beklediklerine neredeyse eminim.

Kadınlar Pazarı'nın sonunda surlar bulunuyor. Bu surların dibinde de Şeref Lokantası'nda yemek molası veriyoruz. Mumbar, büryan ve felik pilavı yiyoruz. Hepsi de çok lezzetli.

Çıkışta surlar hakkında biraz bilgi alıyoruz ve Roma, Bizans, Osmanlı izlerinin üçünü de taşıyan nadide yapılardan olduğunu öğreniyoruz. Çaprazında bulunan İtfaiye Binası ise İlk Milli Dönem eserlerindenmiş. Burak binanın döşemelerinden bunun nasıl çıkarılacağını anlatıyor. Sonrasında da Fatih Camii'nin çaprazından ilginç bir tatlı yiyoruz. Sadece buradaki dükkanda yapılan Sarma Tatlısı, oldukça değişik bir lezzet. Revaniye benziyor en çok ama onunla bile alakası yok.

Ardından At Pazarı Meydanı'na geçiyoruz. Burası Osmanlı zamanında at pazarıymış gerçekten. Burada da çay içiyoruz. Biraz ileride Osmanlı'nın ilk dokuma fabrikası var. Orası da kapalı, sözde hala çalışıyormuş bazen. Hava kararırken Fatih Külliyesi'ne giriyoruz.

Burası Fetih'ten sonra Osmanlı'nın kendi başkentini oluşturma amacıyla yaptığı ilk eser. İslam şehir planlarına bakarsanız şunu görürsünüz: Merkezde bir cami kompleksi vardır. Hemen çevresi ticaret alanıdır. Bir tarafı zenginler mahallesidir. Ticaret alanını orta kesimin meskenleri çevreler. Şehrin en dışında da düşük gelirliler oturur. 1950'lere, hatta 80'lere kadar Bursa bu yapının tipik bir örneğiydi. Şimdi tamamen batılı şehir planına döndü, tüm Türkiye'de olduğu üzere.

İşte Fatih Külliyesi de İstanbul başkenti için merkez cami kompleksiydi. Kompleks derken sadece camiyi kastetmiyorum. Bu yapıda aşevi, imarethane, kütüphane gibi halkın günlük ihtiyaçlarını da karşılayacak yapılar vardır. Amaç, merkezin ruhani bir özelliği olmasının dışında şehrin merkezini canlı tutacak etmenleri de ihtiva etmesidir.

Fatih Camii, gezimizin son durağıydı ama gün daha bitmedi, hava kararsa da.

Oradan Süleymaniye'nin arkasında enfes bir manzarası olan bir kafeye oturduk. Tavla oynadık, güldük, eğlendik. Çıkışta Kadıköy vapuruna yetişelim diye hızlandık çünkü son vapurdu. Tam Eminönü'ye geldik ki gemi kalkmak üzereydi. İstem ile hızlıca koştuk ki arkadaşlarımızla vedalaşamadık.

Vapura bindik, oturduk. Uzakta bir karartı gördüm, Burak'a benzeyen, vapurun içinde. Neden binsin ki derken (evi Şişli'de!) bu sefer bizi dikizlediğini gördüm. Kalkıp ona doğru yürürken kaçmaya başladı. Sonra bir baktım yanında da Filiz! İyi de neden kaçıyorlar!?! İstem ile tüm vapurda bunları aradık, yoklar. En sonda yine oturduk. Gördüğümüze eminiz ama nedenini kavrayamıyoruz, Filiz de İstinye'de oturuyor çünkü ve saat 21.15! 2 dakika içinde bunlar gülerek yanımıza geldi. Çılgınlık yapmak istemişler, aferin dedim.

Sonra Kadıköy'de bu çılgınlıkları şerefine birer bira içtik ve onları uğurladık. Evime dönerken çok yorgundum ama bir o kadar da huzurluydum.

Bu güzel gezi için Burak Avcı başta olmak üzere; İstem'e, Filiz'e, Hilal'e, Engin'e ve Onur'a çok teşekkürler!!!

15 Mart 2011 Salı

Son 2 Ayda İzlediklerim

Film izleme alışkanlığının tıkandığı bir yılı geride bıraktık. 2010, neresinden bakılırsa bakılsın fiyasko bir yıl olarak hafızalara kazındı. 2010 yılı içerisinde çıkan birbirinden iddialı filmler yerlerde süründüler. Bırakın kaliteli bir yapımı, vasat bir filmi bile yere göğe sığdıramaz olduk. Çünkü zaten bir elin parmaklarını geçemeyen kaliteli filmlerden sonra, sinemaya hasret kimseler vasat filmlerden medet ummaya başladılar.

Doğrusu haksız da sayılmazlar: Her hafta film izlemeye alışmış biri, hafta başına yeni film izlemeye kalksa yandı. Çünkü bu, yılda 52 film eder ki ben, 2010 yılında bırakın 52'yi, 20 iyi film seyrettiğimi bile düşünmüyorum. Tabii, burada kastettiğim filmler 2010 yapımlarıdır. Böylece son dönemde izlediğim filmleri ve Oscar galiplerine de bir göz atabiliriz.

Komedi türü için rezil bir yıldı. Kick-Ass, Scott Pilgrim vs. The People ve Easy A gibi sadece belli alttür sevenlerine hitap eden filmleri bir kenara bırakırsak hiç gülmedik diyebiliriz. Yılın en iddialı 3 komedisinden ikisini yarıda bıraktım çünkü bırakın güldürmeyi, sıkarak çok zor bir olayı gerçekleştirdiler. Dinner with Schmucks ve Little Fockers öncül filmlerine birer hakarettir (biri yeniden çevrim, diğeri de devam filmiydi). Due Date ise John Hughes tarzına yaranmak isteyen ama gülümsetmek dışında kahkaha bile attıramayan başka bir hayal kırıklığıydı.

İngilizce ve Türkçe haricindeki lisanlardaki filmlere bakarsak da bir vasatlaşma göze çarpıyor. 2009 yılının o heyecan dolu filmlerinden eser yoktu. Son olarak Abbas Kirastomi'nin Certified Copy'sini izledim. İlginç, düşündürücü ama itici bir filmdi. Filmin orta yerindeki şaşırtıcı senaryo hamlesini anlamaya çalışırken, film bitiverdi ki ben bu hamlenin anlamını hala çözemedim.

Geçen hafta ise, En İyi Yabancı Film Oscarı'nı alan Heavnan (A Better World)'ı izledim. Beklediğimden çok basit bir filmdi. Şiddet ve onun hayatlarımıza etkisini basit ama etkileyici bir şekilde anlatmaya çalışan ama bu uğurda daha da basitleşen bir film vardı karşımda.

Yine yılın en çok konuşulan İtalyan yapımı olan I am Love, bana çok bayağı geldi. Kuşaklar arası çekişmeyi, burjuvazinin önlenemez çöküşünü ve kadının da adının olmasını Viscontivari bir tarzda anlatmaya çalışan bir yapımdı. Ama sanki annesinin rujunu sürüp giysilerini deneyen kız çocuğu gibi, bedenine fazla gelen bir işe kalkışmış yönetmen. (Çok daha iyisi için, Il Gettapardo (Leopar))

Son 1-2 yıldır Xavier Dolan adını her yerde duyuyoruz. Kanadalı 21 yaşında bir beyefendi ama bu beyefendi, hem yazıyor hem yönetiyor hem kostümleri yapıyor hem de oynuyor. Şu anda 3. filmini çekmekte olan Dolan'ın ilk 2 filmi, ülkemize ardı ardına geldi. I Killed My Mother ve Heartbeats, 2 basit konu üzerinden etkileyici birer film çekme girişimleriydi. Mesela ikincisinde 3. kişinin habersiz olduğu bir aşk üçgenini 90 dakika boyunca, son derece yalın bir şekilde anlatıyordu. Ama bu yalınlık o kadar uzayınca can sıkıyor ki Dolan bunu çeşitli numaralarla engellemeye çalışıyor lakin bunlar da kopya olunca film bir anda, 'Bu hareketi hangi yönetmenden kopyalamış?'a dönüşüyor. Ben 5-6 tane buldum rahatlıkla.

Ama !f''te gösterilen Tom Tykwer'in son filmi Drei (Üç) şaşırtıcı şekilde ferahlatıcı bir filmdi çünkü ciddi bir iddia taşımıyordu ve böylece elindekileri üst düzeyde kullanabiliyordu. Bu film de bir aşk üçgenini anlatıyordu ama son derece enteresan bir şekilde. Yer yer buruk yer yer komik hatta yer yer fantastik bir filmdi. Alt metninde de insan kopyalanmasının ahlaki yönü ve günümüzde cinsiyetlerin giderek belirsizleşmesi gibi iki iddialı savı vardı ama bunları göze sokmuyordu.

İnsan kopyalanması, iki son dönem filminde daha karşımıza çıkıyor ama baş köşede. İkisi de İngiltere yapımı ve melodram üstelik. Never Let Me Go, mendil ıslatacak bir film. Kopyalanmanın yasal olduğu bir dünyada ve üretilen kopyaların gittiği yatılı bir okulda başlayan film, belli başlı yıl sıçramaları yaparak bir aşk üçgenini anlatıyor. Vasatın biraz üzerinde diyebiliriz ki İstanbul Film Festivali'nde Galalar bölümünde izleyebilirsiniz. İkinci film, vasat sularda yüzen The Womb. Çocukluk aşkına geri dönen bir kadın, aşkını bir trafik kazasında kaybedince klonunu doğuruyor. Konu biraz itici ama Eva Green uğruna izleniyor. Bu film de !f'in son gününde karşımıza çıkmıştı.

Biraz da Türkiye'ye bakalım. Yılın bence 3 iyi filmi vardı: Bal, Kozmos ve Çoğunluk. Merak edip de iki film daha izledim son günlerde. Bahtı Kara; çok acayip ve trajikomik bir film. Biraz daha derli toplu olsa efsane bir film çıkacakmış ama böylesi de çok ilginç. Eyyvah Eyvah, gerçekten komik ama komedi piyesinden sinema eserine dönüşememiş bir film. İkinci filmi de izledim arkasından. O daha da komik ama daha da piyes havasında.

Yazacak daha çok film var lakin biraz da ikinci yazıya kalsın.