15 Mart 2011 Salı

Son 2 Ayda İzlediklerim

Film izleme alışkanlığının tıkandığı bir yılı geride bıraktık. 2010, neresinden bakılırsa bakılsın fiyasko bir yıl olarak hafızalara kazındı. 2010 yılı içerisinde çıkan birbirinden iddialı filmler yerlerde süründüler. Bırakın kaliteli bir yapımı, vasat bir filmi bile yere göğe sığdıramaz olduk. Çünkü zaten bir elin parmaklarını geçemeyen kaliteli filmlerden sonra, sinemaya hasret kimseler vasat filmlerden medet ummaya başladılar.

Doğrusu haksız da sayılmazlar: Her hafta film izlemeye alışmış biri, hafta başına yeni film izlemeye kalksa yandı. Çünkü bu, yılda 52 film eder ki ben, 2010 yılında bırakın 52'yi, 20 iyi film seyrettiğimi bile düşünmüyorum. Tabii, burada kastettiğim filmler 2010 yapımlarıdır. Böylece son dönemde izlediğim filmleri ve Oscar galiplerine de bir göz atabiliriz.

Komedi türü için rezil bir yıldı. Kick-Ass, Scott Pilgrim vs. The People ve Easy A gibi sadece belli alttür sevenlerine hitap eden filmleri bir kenara bırakırsak hiç gülmedik diyebiliriz. Yılın en iddialı 3 komedisinden ikisini yarıda bıraktım çünkü bırakın güldürmeyi, sıkarak çok zor bir olayı gerçekleştirdiler. Dinner with Schmucks ve Little Fockers öncül filmlerine birer hakarettir (biri yeniden çevrim, diğeri de devam filmiydi). Due Date ise John Hughes tarzına yaranmak isteyen ama gülümsetmek dışında kahkaha bile attıramayan başka bir hayal kırıklığıydı.

İngilizce ve Türkçe haricindeki lisanlardaki filmlere bakarsak da bir vasatlaşma göze çarpıyor. 2009 yılının o heyecan dolu filmlerinden eser yoktu. Son olarak Abbas Kirastomi'nin Certified Copy'sini izledim. İlginç, düşündürücü ama itici bir filmdi. Filmin orta yerindeki şaşırtıcı senaryo hamlesini anlamaya çalışırken, film bitiverdi ki ben bu hamlenin anlamını hala çözemedim.

Geçen hafta ise, En İyi Yabancı Film Oscarı'nı alan Heavnan (A Better World)'ı izledim. Beklediğimden çok basit bir filmdi. Şiddet ve onun hayatlarımıza etkisini basit ama etkileyici bir şekilde anlatmaya çalışan ama bu uğurda daha da basitleşen bir film vardı karşımda.

Yine yılın en çok konuşulan İtalyan yapımı olan I am Love, bana çok bayağı geldi. Kuşaklar arası çekişmeyi, burjuvazinin önlenemez çöküşünü ve kadının da adının olmasını Viscontivari bir tarzda anlatmaya çalışan bir yapımdı. Ama sanki annesinin rujunu sürüp giysilerini deneyen kız çocuğu gibi, bedenine fazla gelen bir işe kalkışmış yönetmen. (Çok daha iyisi için, Il Gettapardo (Leopar))

Son 1-2 yıldır Xavier Dolan adını her yerde duyuyoruz. Kanadalı 21 yaşında bir beyefendi ama bu beyefendi, hem yazıyor hem yönetiyor hem kostümleri yapıyor hem de oynuyor. Şu anda 3. filmini çekmekte olan Dolan'ın ilk 2 filmi, ülkemize ardı ardına geldi. I Killed My Mother ve Heartbeats, 2 basit konu üzerinden etkileyici birer film çekme girişimleriydi. Mesela ikincisinde 3. kişinin habersiz olduğu bir aşk üçgenini 90 dakika boyunca, son derece yalın bir şekilde anlatıyordu. Ama bu yalınlık o kadar uzayınca can sıkıyor ki Dolan bunu çeşitli numaralarla engellemeye çalışıyor lakin bunlar da kopya olunca film bir anda, 'Bu hareketi hangi yönetmenden kopyalamış?'a dönüşüyor. Ben 5-6 tane buldum rahatlıkla.

Ama !f''te gösterilen Tom Tykwer'in son filmi Drei (Üç) şaşırtıcı şekilde ferahlatıcı bir filmdi çünkü ciddi bir iddia taşımıyordu ve böylece elindekileri üst düzeyde kullanabiliyordu. Bu film de bir aşk üçgenini anlatıyordu ama son derece enteresan bir şekilde. Yer yer buruk yer yer komik hatta yer yer fantastik bir filmdi. Alt metninde de insan kopyalanmasının ahlaki yönü ve günümüzde cinsiyetlerin giderek belirsizleşmesi gibi iki iddialı savı vardı ama bunları göze sokmuyordu.

İnsan kopyalanması, iki son dönem filminde daha karşımıza çıkıyor ama baş köşede. İkisi de İngiltere yapımı ve melodram üstelik. Never Let Me Go, mendil ıslatacak bir film. Kopyalanmanın yasal olduğu bir dünyada ve üretilen kopyaların gittiği yatılı bir okulda başlayan film, belli başlı yıl sıçramaları yaparak bir aşk üçgenini anlatıyor. Vasatın biraz üzerinde diyebiliriz ki İstanbul Film Festivali'nde Galalar bölümünde izleyebilirsiniz. İkinci film, vasat sularda yüzen The Womb. Çocukluk aşkına geri dönen bir kadın, aşkını bir trafik kazasında kaybedince klonunu doğuruyor. Konu biraz itici ama Eva Green uğruna izleniyor. Bu film de !f'in son gününde karşımıza çıkmıştı.

Biraz da Türkiye'ye bakalım. Yılın bence 3 iyi filmi vardı: Bal, Kozmos ve Çoğunluk. Merak edip de iki film daha izledim son günlerde. Bahtı Kara; çok acayip ve trajikomik bir film. Biraz daha derli toplu olsa efsane bir film çıkacakmış ama böylesi de çok ilginç. Eyyvah Eyvah, gerçekten komik ama komedi piyesinden sinema eserine dönüşememiş bir film. İkinci filmi de izledim arkasından. O daha da komik ama daha da piyes havasında.

Yazacak daha çok film var lakin biraz da ikinci yazıya kalsın.

Hiç yorum yok: