24 Ekim 2011 Pazartesi

Cannes Filmleri Özel

Cannes'a gitmek her ne kadar kısmet olmadıysa da bir gün bu blogta canlı canlı Cannes izlenimleri de görürsünüz elbet. Şimdilik vakit geç de olsa izlediklerim hakkında bir yazı yazmak istedim. En İyi Erkek'i alan The Artist'i geçen hafta yazmıştım. Onun haricinde diğer ödül alanlar şöyle:

Bir Zamanlar Anadolu'da :

Geçen hafta Bursa'ya giderken Nuri Bilge Ceylan'ın kurgu günlüğünü okudum, Altyazı dergisinin Ekim 2011 sayısında verdiği. Kurgu devam ederken Cannes'dan sürekli telefon alıyor Ceylan 2010 yılı için. Ceylan yetişmez dese de, ısrar ediliyor gönderin diye.

Demek ki belli yönetmenlerin öne çıktığı doğru, en azından ön seçimde. Tabii şunu da tasdik etmek lazım ki Cannes gibi seçkin festivaller, Ceylan gibi seçkin yönetmenleri el üstünde tutmakta da haklı, hele günümüz kurak film piyasasında. Zaten yan bölümlerde de her zaman yeni yönetmenlere yer veriliyor.

Ceylan'ı filmine gelirsek gerçekten çok iyi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu yıl izlediğim en iyi Türk filmi olmasının yanında şu ana kadar izlediklerim arasında 2011'in ilk 5'ine girebilecek kapasitede. İleride de Ceylan sineması denildiğinde, akla gelecek filmlerden biri olacak. Bir defa bir dönüm noktası teşkil edecek. Ceylan'ın ileride çekeceği başyapıtlar öncesinde çok önemli bir adım olacak.

Ceylan, yavaştan ana akım sinemasının akıcılığı ve çekiciliği ile sanat sinemasının derinliği ve kalıcılığı arasında dengeyi tutturmaya başlamış. Üç Maymun, bu çabasının ilk adımıydı ve vasatın biraz üzerindeydi lakin belli açılardan hala parıldıyordu. Bir Zamanlar Anadolu'da'da bu dengeyi daha iyi kurmuş. Hiç olmadığı kadar konuşkan ve günlük hayata dair hikayeler anlatırken bir yandan da Ceylan'dan alıştığımız kusursuz çerçeveler, uzun sahneler ve psikolojik açılımlar var. Hatta ilk defa sadece bireye dair bir şeyler söyleyip bırakmıyor Ceylan. Bunun yanında, küçük kasaba bürokrasisini anlatırken, klişe tabirle, devletin işleyişini otopsi masasına yatırıyor. Bunları yaparken de bireyi bir kenara atmayıp önemsiz gibi gözüken hikayeler yardımıyla bireyin iç dünyasını anlatmaya çalışıyor. (Mesela final sahnesi bu yönden çok önemli!)

Elbet kusurları olan, bunları da saklamayan bir film. 2 hafta önce açıklanan En İyi Yabancı Dilde Film dalında Oscar aday adayları listesine baktığımda, ilk 5'e rahatlıkla girebilecek bir yapım. Ama hepsinden önemlisi, Türk Sineması'nın ne zamandır hasretini çektiği uluslararası çapta ün kazanacak, kusursuz bir başyapıt için büyük bir adım olması.



Drive:

Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Drive'ı uzun zamandır bekliyordum. Bir kere Ryan Gosling'in oynaması bile benim için yeterliyken bir aksiyon filminin Cannes'da ödül alması iştahımı iyice arttırdı. Beklediğime de değdi, karşıma çok özel bir film çıktı.

Oldukça yavaş işleyen, az sayıda olayı barındırmasına rağmen sağlam hamlelere sahip hikayesiyle baştan öne çıkıyor. İncelikli işlenen senaryosu, karakterlere cuk oturan oyuncular (Gosling, Carey Mulligan, Albert Brooks, Bryan Carlston, vb.), bunların da yerinde performansları, çok yerinde elektronik ağırlıklı müzikle ve seyrederken hayran olunacak görüntü çalışmasıyla çok daha üste çıkıyor.

İsimsiz kahramanımızın, az sayıda prensipleri ve taviz vermemesi uğruna, istemediği şeyler yapmak zorunda bırakılması, her ne kadar daha önce çok işlenmişse de farklı bir rejiyle çok değişik bir yazı kazanmış. 2011'in bu en ilginç ve belki de en iyi Hollywood filmi, izlenmeyi kesinlikle hak ediyor. Oscarlarda da adından söz ettireceği kesin.


Melahcholia:

Lars von Trier, çok uçuk bir insan. Yönetmenliği zaten sıra dışı da, kendisi de çok uçarı. Breaking the Waves ile en beğendiğim filmlerden birine imza atan ama buna rağmen, diğer filmleri bana uzak olan Trier, yine iyi olduğu her halinden beri olan ama nedense bir türlü ısınamadığım bir filme imza atmış.

Bir kere ilk 8 dakikayı kapsayan ana sahnelerin son derece yavaş çekimleri içeren uzun üvertür bile beni soğutmaya yetti. Karakterlerin geçmişleri ve günlük hayatlarına dair nerdeyse hiçbir detay vermeden, sadece filmin kapsadığı zamandaki olaylara yoğunlaşan yapısıyla çok sıra dışı bir anlatı izlediği bir gerçek ama karakterlere ısındıramadı beni. Kirsten Dunst'ün kariyerinde verdiği en iyi performans ise beni filme bağlayan tek unsurdu.


The Tree of Life:

Terence Malick de kendine has, kafasına göre iş yapan bir yönetmen. Çok sıra dışı filmler çektiği ve bunların başyapıt seviyesinde olduğu açık. Cannes'da Altın Palmiye'yi alan film, dünyanın oluşumunu ve insan evrimini anlatan, neredeyse sessiz ve 2001'e çok benzer efektlerle dolu ilk 40 dakikasıyla insanı şaşırtıyor ve kendine hayran bırakıyor.

Ama ardından gelen 100 dakikalık bölüm, o kadar sıradanlaşıyor ki insan bu dönüşe şaşırıyor bu sefer. Aslında önce 50'li yıllarda yaşayan ailenin çocuklarının doğum ve bebeklik safhaları insana ümit verirken, sonra büyük çocuğun 12 yaşlarına gelmesiyle zamanın akışı duruyor ve 80-90 dakika boyunca ailenin bir yazına odaklanıyor. Aslında burada yönetmenin anlatmak istediği açık, çocuğun bedeninde, daha da genelinde insanlığın, masumiyetin kayboluşunu anlatıyor. Ama Malick'in bunu o kadar dolambaçlı bir şekilde anlatması, insanı geriyor.

Bu soyut film, herkesin harcı değil. Yine de yılın en garip ve dikkat çeken filmi olarak merak uyandırıyor.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Entellik Üzerine

Cumartesi gecesi, Woody Allen'ın son filmini izliyordum. Zengin, havalı ve günlük hayattan hoşlanan bir kızla nişanlı 'entel' birinin hikayesini anlatıyordu. Zaten Allen'ın çoğu filmi, kendisi gibi enteller hakkındadır. Mesela iki önceki filmi olan Whatever Works, yaşlı bir entelin hayatla çekişmesinden ibarettir.

Her neyse, filmde Owen Wilson'un oynadığı (aslında Allen'ın alteregosu olan) karakter Paris'in sokaklarında gününü gün ederken, ben de entellik hakkında düşündüm. Ben de kendimi entel ilan ettim ya bazen soruyorlar: "Neden kendine entel diyorsun?" diye. Filmi izlerken de buna örnekler buldum.

Entel, herkes gibi düşünmez, üstelik düşünmeyi de sevmez. Hani denir ya "İlla bir çıkıntılık yapacaksın!" diye işte entel, o çıkıntılık yapandır. Mesela bir şeyin farklı bir bakış açısı varsa, entel illa o açıyı bulmaya çalışır. Bulamasa da bulmuş gibi yapar. Ya da öyle saçma bir yerinden olayı tutar ki abartılı bir yorum yapar. Bir misal vereyim buna, zamanın birinde Zeki Demirkubuz bir söyleşi yapıyormuş. Bir seyirci kalkmış, filmin bir sahnesinde olan akvaryumdan yola çıkarak karakter hakkında uzun yorumlara girmiş. Adam konuşmayı bitirince Demirkubuz demiş ki, "Ya neden her şeye anlam yüklemeye çalışıyorsunuz ki? O mekanda akvaryum zaten vardı, orada bırakıverdik. Filmde gördüğünüz her şeyin illa bir sebebi olması gerekmez!"

Aslında entellektüelle enteli ayıran çizgi de buradadır. Entellektüel biri de, bir olaya farklı bir açı getirebilir ama bunu kararında yapar çünkü bunun için altyapısı vardır. Ya düşündüm de aslında entellektüel-entel ayrımı yapmak da biraz saçma. Sonuçta diğer insanlara hep batıyorsun. Filmde bir sahne var, iki nişanlı gezinirken bir anda yağmur iniyor. Bizim entel yürümek istiyor. Diğeri hemen taksi çağırıyor, binmeye zorluyor diğerini. Hayatta da böyle. Normal olanı yapman gerek, normal filmi izlemen gerek, bestseller okuman gerek, normal bir düzende yaşaman gerek. Tabii biraz da sistemin getirdiği bir şey bu. Aynı şeyleri yapmalısın ki aynı ürünü daha fazla kişi alabilsin!

Konu dağılıp gitmeye müsait. Anlatmaya çalıştığım şu aslında, bu dünyada (yalandan da olsa) farklı davranıp farklı bir tarz oluşturmak istiyorum. Mesela aynı gün arka arkaya 4 film izlemek hoşuma gidiyor, entellik mi, evet entellik. Hayatı böyle yaşamak, ayrıksı olmak, göze batmak, vs...

Biraz da hayatı, onun sana sunduğu gibi yaşamak. Yağmurlu havada yürüyebileceğin birini bulmak. Hayatın kıyısında yaşadığını sanmak ama tam merkezinde yaşamak. Garip bir detaya kafayı takmak. Bazı şeyleri biriktirip bazılarını da biriktirememek. Entellik biraz bu. Bir kalıba girememek. Herkesin entelliğinin farklı olması. Allen'ı bundan seviyorum işte, hep aynı kişiyi anlatıyor ama her hikayesi olabildiğince farklı. Değil mi yoksa?

18 Ekim 2011 Salı

Tiflis Notları - 2. ve Son Kısım

Hostelde biraz dinlendikten sonra arkadaşımız Soppa ile buluşmak için Freedom Square'e (Barış Meydanı) doğru yola koyulduk. Soppa'yı İstanbul'da tanımıştık, can dostum Müge'nin arkadaşı olarak Engin'de 10 gün kalmıştı. Blogta da bahsettiğim Bir Yaz Gecesi'nde o da bulunuyordu.

Soppa ile buluştuktan sonra yemek için mekan aradık lakin festival yüzünden adım atacak yer yoktu. Sonra Soppa ve arkadaşı Theo bizi, tenha bir sokakta bulunan tabelası sökülmüş bir bara götürdü. İçerisi Jimi Hendrix, Beatles gibi efsanelerin fotoğraflarıyla doluydu ve 90'lar rock parçaları çalıyordu. Bir köşede bir Commodore 64 duruyordu ve Mario Bros açıktı, isteyen oynasın diye. Bu ilginç mekanı iki orta yaşlı kadın çalıştırıyordu. Yani Türkiye'de pek benzerine rastlayamayacağınız bir mekandı, gayet de hoştu. Soppa'nın bir sürü arkadaşı da bizim masada oturdu lakin bizimle pek muhatap olmadılar. 2-3 saat orada oturduk, ben 2 tost yedim, yerel bir bira daha denedim, bu seferki daha sertti.


Oradan çıkınca hostelimize döndük. Hilal çay demledi, yoldan aldığımız ama pek beğenmediğimiz keki yedik. Ben lobide Ordu'yu tanıtan Türkçe-İngilizce bir kitap buldum, kim bilir kim bırakmıştı oraya, adı da 'O2'nun Yurdu - Ordu'ydu.


Sabah biraz daha dinlenmiş uyandık. 1 civarında yine Soppa ile bulaşacaktık ama öncesinde biraz ddolaşmak istedik. Hostelin yakınında yerel bir pazar bulduk. İki adımda bir mangalları yakmışlar domuz şiş satıyorlardı. Meyve, pestil, vb şeyler satılıyordu. Sonra bir köprüyü geçerken bir bit pazarına rastladık. Çok garip şeyler satılıyordu: Otel terlikleri, abaküs, eski anahtar kilitleri, eskimiş madalyalar, ... Otel terliği ile abaküsü alan çıkıyor mu diye merak ettim.


Tuttuğumuz yol bizi yine Freedom Square'e çıkarırken yol üstünde şekerli hamur işi alıp mobil kahvaltımızı ettik. Sonra da dondurmacıya gidip birer dondurma aldık.

Soppa ile buluşunca şehrin ana caddesinde yürümeye başladık. Parlementonun, opera binasının, teknik üniversitenin, posta merkezinin, konser salonunun önünden geçtik. Hemen hepsi, komünizmde devletin üstünlüğünü hatırlatan görkemli yapılardı. Yorulunca otobüse binerek devam ettik.

Bir yerde başka bir otobüse daha binerek rakım aldık biraz ve bir mesire yerine ulaştık. Ortalık cıvıl cıvıl kalabalıktı. Küçük konserler, çocuklar için çeşitli oyunlar, küçük otantik köy kulübeleri vardı. Asıl garibimize giden, her yerde, meyvesinden etinden şarabına kadar yemek açıkta ve bedavaydı. Soppa, önce halka açık bir etkinlik dedi ama sonra öğrendik ki belediye çalışanlarına özel bir etkinlikmiş ve davetiye gerekiyormuş ama biz arada kaynamışız. Canımıza minnet, karnımızı doyurduk, şarabımızı içtik, etrafı gözlemledik.




Ordan çıkıp yine merkeze indik. Bu sefer Tiflis'in eteklerine yayıldığı dağın tepesindeki parka çıktık. Bu düzenli ve daha çok çocuklara hitap eden park, ücretsizdi ama içindeki dönme dolap ve rollercoaster için para vermeniz gerekiyordu ama biz onlara binmedik. Parkta biraz yürüdük, Tiflis'e tepeden baktık, gerçekten çok geniş olduğunu gördük (umduğumuza göre). Sonra ağzına kadar kalabalık bir otobüsle aşağıya indik ki oturmama rağmen başımdaki üç velet hiç rahat vermedi, sağ olsunlar.


Merkezde, yine yemek için yer aradık ama her yer yine doluydu. Soppa sonunda bir tavernaya götürdü bizi. Türkiye'de hiç gitmemiştim, artık gitmedim demem. Dönen ışıklarıyla, şantörüyle ve garip dekoruyla pavyondan hallice bir mekandı ama gayet aileler gelmişti. Hatta çocuklarıyla gelen iki kadın vardı. Bu olabildiğince garip ortamı gözlemlemek fena halde ilginçti. Bir de bir kadınla iki erkek durmadan şantöre para verip şarkı çaldırıyordu ve dans ediyorlardı. Bir şarkıyı tam 3 kere çaldırdılar ki Soppa ve arkadaşı Theo çıldıracaktı.

Yemeğe gelince o, enteresan bir şekilde iyiydi! Önce tavuklu bir çorba içtim. İçinde tavuğun kemiklerini de koymuşlardı, etleri çorbaya tiftilmişti. Bol sarmısaklı bu çorba enfesti. Çok beğendim. Sonra da peynirli bir hamur işiyle peynir rendeli mantar geldi ortaya. Burası biraz daha fiyatlıydı, 5 kişi için (Soppa ile Theo çok az yedi) 80-90 tl arası ödedik.

Ardından merkezde biraz daha turladık. Yine modern köprüden geçtik. Yanındaki parkta, festivalin son etkinlikleri yapılıyordu. Ufacık bir amfide elektronik müzik şovu yapılıyordu, diğer tarafta da bir çeşmedeki sular belli bir düzenle fışkırtırıp üzerine bale gösterisi yansıtılıyordu. Oturacak yer çok azdı. Pazar gecesi olmasına rağmen, insanlar her yerdeydi. Soppa kendisinin de şaşırdığını, normalde hiç böyle olmadığını anlattı. Herhalde insanlar yazdan kalma son günün keyfini yaşıyorlardı.

Biraz orada vakit geçirince Soppa'lara veda ederek hostelimize döndük, o gece orada uyumayacaksak da. Hostel bahçesinde parti vardı. Hostel sahibesinin kızının doğumgünüydü. Bizi de ısrarla masaya oturttular. Pasta, şarap ve meyve çoktu. Masada biraz vakit geçirdikten sonra bir kanepeye çöküp azıcık uyumaya çalıştık. En azından ben çalıştım, Engin ile Hilal direkt uyudu. 2 buçukta taksi hostele gelip bizi havaalanına götürdü. Uçağa binmeden kalan son 'lari'lerimizle de şarap aldık birer tane, evde içmek için.

Böylece keyifli bir haftasonu geçirmiş olduk. Gürcistan gibi normalde pek seçeneklere girmeyen bir ülkeyi gözlemledik. İyi de oldu. Olabildiğince rahat takılan, her adımda sigara içen (kapalı mekanlarda serbest), arkadaş canlısı oldukları oldukça belli olan Gürcüleri tanıdık. Komünizm döneminin ve onu izleyen iç savaşın izlerini taşıyan, bu dönemleri atlatıp Batı'ya açılmaya çalışan ve daha çok değişecek olan Gürcistan'da iki gün böylece geçti. Yol dostlarım Engin ve Hilal'e saygılar, bizi gezdiren Soppa ve Theo'ya da çok teşekkürler! (Many thanks to Soppa and Theo who show us around in Tbilisi!)

17 Ekim 2011 Pazartesi

Filmekimi'nde İzlediklerim

We Need to Talk About Kevin :

Öyle bir çocuk düşünün ki daha doğduğu andan itibaren hayatını, annesine zülmetmek üzerine kursun. Öyle bir anne düşünün ki bu garip çocuğa devamlı taviz versin ve yaptığı her yanlışı kendine yorsun. Lynne Ramsay'in filmi bu iki karakterin dinamiğini izliyor. Zamanda ileri-geri atlayarak ikilinin sıra dışı ilişkilerini olabildiğince tarafsızca masaya yatırıyor. Yerinde bir senaryo, takdir edilesi bir reji ama en önemlisi Tilda Swinton'un muazzam performansıyla yılın dikkat edilmesi gereken yapımlarından biri oluyor.



La Guerre est Déclarée (Declaration of War) :

Adına bakıp aldanmayın! Bu dram, iki yaşındaki Adam'ın beyin tümörüyle uzun süreli mücadelesini ve evebyenlerinin bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor. Oldukça gerçekçi, insanın içini kemiren ama sömürmeyen bir film. Bu sayede de Fransa'nın Oscar aday adayı olmuş zaten. Başroldeki iki oyuncu senaryoyu da beraber yazmış, içlerinden biri de (Valérie Donzelli) yönetmiş. Bu 'bizbizelik' hali filmin avantajı olmuş ve samimiyet kazandırmış. Yine de bu haliyle yetinen filmin, önemli bir başarı kazanacağını düşünmüyorum.



The Artist :

Cannes'da adını olabildiğince duyuran ve Toronto'da gösterildikten sonra Oscar'ın en iddialı yapımı olan bu sıra dışı film, aslında nostalji duygusunu çok doğru oynamasıyla kazanan/kazanacak bir yapım. Şöyle ki, film tamamen siyah-beyaz ve %95'i sessiz. 1920'lerde Hollywood'da star olan bir aktörün sesli sinemaya geçişle önemini yitirip kaybolmasını, bunun yanında figüranlıkla başlayıp sesli dönemle yıldızlaşan bir aktrisi anlatıyor. Bunu anlatırken de tamamen sessiz film kalıplarını kullanıyor. Araya giren yazılı diyaloglar, mimiklerin abartılışı, okestral bir müzik, yanlış anlamalar ve gaglar üzerine bir senaryo. Bu açıdan bakınca 2011'de böyle bir film izlemek (görüntünün çözünürlüğü üst seviyede tabii ki) bambaşka bir duyguya dönüşüyor, harika bir nostalji yaratıyor. Sesli dönem-sessiz dönem ikilemini konuya başarıyla yedirmesiyle daha da önem kazanıyor. Fakat film, bu noktada kalıyor. Bu noktanın ona yeteceğini düşünüyor ki açıkçası böyle düşünen oldukça fazla insan var herhalde. Ama bence bu film 2011 yapımıysa günümüze dair kelamlar da etmelidir ki güzel bir senaryo hamlesiyle bu, gayet iyi yapılabilirmiş. Bu nedenler biraz mesafeli çıktım salondan. Yine de 2012 Oscarları'nda adını bolca duyacağız.



Le Havre (Umut Limanı) :

İsveçli ünlü yönetmen Aki Kaurismaki, az ama öz filmler çekiyor. Günümüzün kanayan sorunlarından birine değinirken her zaman mizahı da yanına katıp alışılmışın dışında, keyifli ve sağlam filmlere imza atıyor. Fransızca çektiği son filmi Le Havre'de göçmenlik konusuna farklı bir açıdan bakıyor, hafif sürreal cinsinden. Yaşını almış bir ayakkabı boyacısı, karısı ve arkadaşları ile İngiltere'ye kaçak girmeye çalışırken Fransa'ya çıkan ve polisten kaçan küçük bir çocuğun trajikomik hikayesini izliyoruz. Olayın mucizevi tarafının abartılışı filmi zedelese de bir Kaurismaki filmi izlediğimiz bir gerçek. Ben de senaryoya pek takılmayıp filmden keyif almaya baktım. Bu arada bu film de, İsveç'in Oscar aday adayı.

16 Ekim 2011 Pazar

Tiflis Notları - 1. Kısım

Gezimizin başı haziran ayında bir gece başlıyor. Saat 11'i geçerken Engin beni arayıp "Artun, ucuza bilet buldum! Gürcistan'a gidelim mi?" diyor ve 20 dakika içinde 4 ay sonrasına 3 tane gidiş-dönüş Tiflis bileti alıyorum Pegasus'tan. Uçuş tarihinden 2 gün önceye kadar da hiçbir şey yapmıyoruz, bu yolculuğa dair. Bir önceki gün, sadece hostel rezervasyonumuz yapılıyor.

8 Ekim'de TSİ 02.00'da Tiflis Havaalanı'na iniyoruz üç kişi, Engin, Hilal ve ben. İlk dikkatimizi çeken şey, havaalanının TAV tarafından işletildiği. Vizesiz olarak pasaport kontrolünden geçtikten sonra bavulumuz olmadığından direkt çıkışa yönleniyoruz. Çıkışta, elinde hostelin logosu bulunan bir Gürcü bizi karşılıyor. Biraz para bozdurduktan sonra bizi hostele götürüyor.

Yollarda ilk gözüme çarpan, oldukça geniş bulvarlar. Uzakta da Eyfel Kulesi misali bir kule ışıldıyor. Tiflis merkezine yaklaştıkça kule daha da yakınlaşıyor. Sonradan bu kulenin, basit bir TV anteni olduğunu anlamak canımı sıktı fakat Gürcülerin ışıklandırmadan iyi anladığı bir gerçek. Geceleri Tiflis zekice ışıklandırılıyor. Tepedeki iki kaleye vuran ışıklar eteklerdeki karanlıkla mükemmel bir uyum sağlıyor, bir an kalelerin havada uçtuğunu bile sannedebilirsiniz.

Hostelimiz, Soul Hostel'e hemen yerleştikten sonra uyuyoruz. Sabah 9 olmadan uyanmak dinlenememek açısından can sıkıcı olsa da günü değerlendirmek açısından avantaj oluyor. Aşağıya indiğimizde hostelin sahibesiyle tanışıyoruz. Kendisinden kahvaltı konusunda tavsiye istiyoruz. Bize, Gürcülerin Türkler gibi ağır kahvaltı yaptığını ve nasıl bir kahvaltı istediğimizi soruyor. Yerel bir tat aradığımızı söyleyince bize bir adres veriyor.

Böylece ilk defa dışarı çıkıyoruz. Hava sıcak, bulut bile yok. Hostel sahibesinin talimatıyla köprüyü geçip geniş bulvardan yukarı tırmanıyoruz. Garip Gürcü alfabesinden dolayı biraz dolansak da restaurantı buluyoruz. Bu arada garip bir not, çoğu restaurant bodrumda Tiflis'te. Kapıdan girince merdivenden iniyorsunuz.

İlk yemeğimizde, içinde peynir olan bohça şeklinde hamur, çiğböreğinin daha büyüğü şeklinde peynirli hamur işi ve peynir eritilmiş mantar yiyoruz. Birer adet da limon aromalı gazlı içecek içiyoruz ki gayet güzeldi. Bu yemeğe yaklaşık 40 TL verdik ki akşama kadar başka şey yemeden bizi idare etti.

Sonra başlıyoruz dolaşmaya. Tiflis, 90'ların başındaki Türkiye'ye benziyor. Komünist rejimden kalma geniş caddeler, parklar, meydanlar göze çarpıyor. İlk gün dolaştığımız kentin eski kısmında, binalar hep eski, hatta bazıları kaykılmış. Geniş hollerle binalara giriliyor, arkalarında geniş bir avlusu var çoğunun, avlunun ortasında birer çeşme. Merdivenleri hemen yıkılacakmış gibi.




Yaşlı teyzeler sokaklarda oturuyor, kimi birkaç tezgah meyve satıyor kimi de kavrulmuş ay çekirdeği. Bakkalları, bizim eski mahalle bakkalları gibi, market göremiyorsunuz. Sokaklar inişli çıkışlı, duvarlarda ilanlar, yazılar, yer yer çöp bidonları. Çocukluğumun Bursa'sı buna çok yakındı.



Sonra nehir kenarına iniyoruz. Her yer kalabalık, bir meydanda konser var, insanlar cıvıl cıvıl. Sonradan öğreniyoruz ki bu haftasonu, Tiflis'in resmi festivali varmış. Normalde ekim sonu olan festival biraz Sarkozy için biraz da daha sıcağa almak için ekim başına çekilmiş. Bu arada ana caddelerde her adım başı Gürcistan, AB ve Fransa bayrağı vardı. Bizden hemen önce Sarkozy ziyaret etmiş şehri. AB üyeliği konusunda ümit vermiş. Ertesi gün parlementonun önünden geçerken arkadaşımız Soppa, "Aday bile olmadan gönderine AB bayrağı çeken tek ülkeyiz." diye dalga geçiyordu.

Kalabalık içinde, daracık sokaklarda dolaştık. Her mekan önüne meyve koymuş, herkese sunuyordu. Başka bir meydanda bir caz konseri vardı. Her köşede farklı bir etkinlik vardı aslında, çocuklar içi oyunlar, büyükler için konserler ve değişik pazarlar.



Arada yoldan sıvı pestil olarak tanımlayabileceğim bir yiyecek alıyoruz ama hiç birimiz sevmiyoruz. Hemen ötede önemli gözüken bir kiliseyi ziyaret ediyoruz, ardından da bahçesindeki bankta biraz dinleniyoruz. Erken kalkmak etkisini göstermeye başlıyor böylece.

Biraz daha yürüyerek nehir üzerindeki tek modern köprüyü geçiyoruz (fotoğrafı aşağıda). Anlaşılan Tiflis'in Avrupai yüzünü oluşturuyor. Bu köprünün, gece de özel biçimde ışıklandırıldığını ekleyeyim. Köprünün diğer tarafında bir dükkandan hediyelik eşya alıyoruz, çünkü bana ısmarlanan siparişler var. (Hediyenin de siparişi oluyor yani!) Tiflis tatilinde en acıdığım parayı buraya bağışlıyorum, fiyatlar gayet yüksek.





Hemen sonra yorgunluğun etkisi iyice artınca bir cafeyle oturuyoruz. Ben içimi yumuşak yerel bir bira deniyorum. İçki fiyatları bizden ucuz, bilhassa yerel içkiler. Karşımızdaki cafenin adı ve sloganı insanı gülümsetiyor: KGB - Still Watching You

Kalkmadan hostele dönüp dinlenmeye karar veriyoruz. Dönerken Engin ile Hilal dondurma alıyorlar, kalabalık bir dondurmacıdan ve çok beğeniyorlar, ben şansımı yarın denemeye karar veriyorum. Ardından odamıza dönüp 1-1.5 saat uyuyoruz, iyi de oluyor. Çünkü akşama Soppa ile buluşacağız. 2. Kısımda o da!

5 Ekim 2011 Çarşamba

Elma Cafe'de 2. Sınıf Muamele!


Bu blogu daha çok beni zaten tanıyanlar okuyor, dolayısıyla spastik engelli olduğumu da biliyorlar. Başıma engelli olmamdan ötürü bir sürü olay geldi. Çoğunu kimse bilmez, zaten üzerinde durulmayacak durumlardır. Ama bundan sonra, bazı uç olayları buraya yazacağım. Çünkü bunlar öncelikle insanlığıma yapılmış saldırılardır ve bunları sadece benim başıma geldiği için değil, diğer insanların da öğrenmesi için ifşa edilmelidir. Ayrıca bu ifşa ile toplum içinde engellilere karşı bir farkındalık oluşturulmalıdır.

Bu akşam (5.10.2011 Çarşamba) bir kız arkadaşımla saat 19.20'de Beşiktaş, Çarşı içinde bulunan Elma Cafe'de buluştuk. Daha arkadaşımı görüp yanına giderken, bir garson beni engelleyip dışarı çıkarmaya çalıştı. Beni herhalde satıcı veya başka biri sandı. (Kıyafetim de gömlek, kot ve polardan oluşuyordu. İşten çıkıp gitmiştim hatta.) Bu olay başlı başına bir fiyasko olmasının yanında, bayan arkadaşımın yanında olmasından ötürü ses çıkarmadım. Şef garsonun araya girmesiyle olay kapandı. Bence asıl fiyasko bundan sonra oldu. Özür dilemek için, bana değil bayan arkadaşıma gelindi ve ondan özür dilendi. Sanki hata bana yapılmamış, arkadaşıma yapılmış gibi. Bir nevi geri zekalı muamelesi ki bu durumu çok yaşamışımdır.

Bu, bana 2. sınıf insan muamelesi göstermektedir. Terbiyem gereği, yanımda bayan varken münakaşaya girmem, şovlardan hiç hoşlanmam, çevredeki insanların da keyfini bozmam. Ama bu, bana yapılan muameleyi hoş gördüğüm anlamına gelmez. Yapılan muamele ile ilk başta olan çirkin hatayı daha da büyütmüşler, üstelik bence kişiliğime hakaret etmişlerdir.

Bu kadar nezih bir cafe/pub'da, böylesi çirkin bir olar karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi.