31 Temmuz 2011 Pazar

Bir Yaz Gecesi: MFÖ Konseri ve Thales Room

İstanbul'da şu sıralar boğucu bir nem ve sıcak var. Hal böyle olunca insanlar güneş tepedeyken dışarı çıkmıyor. Çıksalar da kapalı ve klimalı mekanlarda pineklemeyi tercih ediyorlar. Biz de dün öğlen buluşsak da bir süre sonra klimalı yer diye sayıklayarak Ortaköy Starbucks'a kendimizi attık.

6'dan sonra hava biraz ateşini kaybetmeye yüz tutunca, Taksim'e çıktık, yemek için. Minda'ya gittik Sıraselviler'de. Çok şirin bir lokantadır, temizdir ve lezizdir. Canınız mantı veya ev yapımı zaytinyağlı/meze çekerse gidebilirsiniz. Biz açıldığından beri gideriz arkadaşlarla. Mantımı yiyerek geceye hazırlığımı tamamladım.

Taksim'de aramıza diğer katılacakları da alarak Cemil Topuzlu Açıkhava'ya doğru yürümeye başladık. Konser alanına vardığımızda yavaştan dolmaya başlamıştı koca amfi. Benim Açık Hava'ya ilk gidişimdi ama Bursa Açık Hava'dan çok farklı bulmadım. Biz bu konsere gitmeye son gün karar verdiğimizden merdivene bilet alabildik. Aslında iyi de oldu. 100'lük bilet kesiminin yanı başında 45'e seyrettik MFÖ'yü.

MFÖ konseri de benim için bir ilkti. Sahnede ilk defa izledim onları. Bilindik şarkıları arka arkaya sıraladılar. Benim en sevdiğim 3 şarkıdan ikisini ilk yarıda söylediler, Bazen ve Yalnızlık Ömür Boyu. Ama Sanatçının Öyküsü'nü çalmamalarına bozuldum. Bana göre MFÖ'yü MFÖ yapan şarkılardandır.



Diğer türlü konser oldukça olağan geçti. 40 yıldır konser veren profesyoneller olarak, nerede ne yapacaklarını iyi biliyorlar ve her şey önceden belirlenmiş. Sıralamadan sapılmıyor: Mazhar'ın çakırkeyif saçmalamaları, Fuat'ın dinginliği ve babacan tavrı ve Özkan'ın deli şovu. Her şey şov ve bu yapaylık, biraz sizi olumsuz etkiliyor açıkçası. Mesela biste Mazhar mikrofon desteğini fırlatıyor, daha saniye dolmadan asistanı gelip yerden alıp yerine koyuyor. Bırak kalsın o orada işte.

Konserden sonra, daha da kalabalık bir grup halinde (10 kişi filandık) İstiklal'e yürüdük. Genel karar çerçevesinde Thales Room'a gittik. Burası, artık Taksim'de içki içmek için tercih ettiğim ilk ve belki de tek yer haline geldi. Uygun fiyatları, nispeten rahatlığı ve temizliği, servisi ile Nevizade ve Asmalımescit mekanlarından çok daha iyi.

Zaten mekana oturabildiğimizde saat yarım olmuştu. Gırgır, şamata, içki derken saatler ilerledi. Fire punch isteyerek gecenin tepe noktasına ulaştık saatler 2'yi gayet geçerken. Fire punch, bol buzlu küre bir kap içinde Sex on the Beach'ten ibaret. Ama sunumu çok fiyakalı, bol pipetle ve ateşle beraber geliyor. Grup gaza gelip, herkes aynı anda içmeye başlıyor. Grup olarak gidildiğinde eğlenceli oluyor. Tadı da çok iyi, hele yazın buzlu olarak iyi geliyor.

3.5 civarıydı, mekan kapanıyormuş, biz de kalktık. Bir Bambi yaparak geceyi sonlandırdık. Bambi'ye girerken 4'e geliyordu ve zor yer bulabildik, her yer doluydu. Yalnız tavsiyem Bambi'ye Taksim hariç diğer şubelerine gitmemeniz. Geçen hafta gece Suadiye'dekine girmiştik, her şeyiyle berbattı. Taksim'dekiler ise hala belli bir düzeyi koruyabiliyorlar.

Gerçekten güzel ve eğlenceli bir geceydi. Bu sıcak aylarda galiba dışarıya çıkıp eğlenmek için tek seçenek, geceler! İstanbul geceleri dopdolu!

24 Temmuz 2011 Pazar

The Borrower Arrietty

Studio Ghibli, insanın içini ısıtan bir marka artık. Hangi filmi olursa olsun, size yeni bir şeyler söyleyebilen, dünyaya dair uyarılarda bulunan, bunları yaparken de animasyonun sıcaklığını, sevimliğini ve şirinliğini unutmayan bir stüdyo.Çoğu kimse Japonya'nın Pixar'ı dese de, Pixar'dan daha olgun, samimi ve en önemlisi birbirini tekrar etmeyen filmler yapıyorlar.

Stüdyo Ghibli'nin son mahsülü Kari-gurashi no Arietty (Aşırıcılar/The Borrower Arrietty) de bu çizginin güzide bir devamı. İngiliz yazar Mary Norton'un romanından uyarlanan film, insanlara görünmeden kendi hayatlarını yaşamaya çalışan tırnak boyutundaki küçük insanları merkeze alıyor. Bahçeli bir banliyö evinin bodrumunda kendi evlerinde yaşayan ve insanların dert etmeyecekleri küçük şeyleri aşırarak hayatlarını idame ettiren bir aile vardır. Ailenin kızı Arrietty, 14 yaşına girdiğinde artık eve çıkıp aşırmayı öğrenmesi gerekmektedir. Aynı zamanda, evin sahibinin küçük yeğeni Sho kalp ameliyatı olmadan dinlenmek için eve taşınır. Arrietty ile Sho'nun birbirini görmesi ve aralarında oluşan dostluk ikisi için de yeni kapılar açmaya başlar.

Bu roman daha önce birkaç kez uyarlanmıştı. En ünlüsü de John Goodman'ın oynadığı aile filmiydi. Ama diğer tüm uyarlamalar eğlencelik yapımlardı. Ghibli versiyonuysa hikayeye yeni katmanlar açıyor. Dostluğun, güvenin öneminin yanında farklı olana karşı duyulan önyargının saçmalığı, dünyanın sadece insan ırkına ait olmadığı, soyu tükenen canlı türlerinin önemi gibi birbirinden bağımsız ama çok önemli bazı konulara değiniyor. Değinirken de bunu oldukça sıcak ve samimi bir animasyon ile gerçekleştiriyor. Ghibli'nin diğer filmlerinden aşina olduğumuz, sulu boyanın soyut, canlı ve sıcak yapısıyla eşsiz planlar da içeriyor.

Her film yazımda belirttiğim, gittikçe kısırlaşan ve birbirine benzeyen film dünyasında böylesine farklı, içi dolu filmler seyretmek insanın içini açıyor, sinema sevgisini bir kez daha açığa çıkarıyor. 7'den 70'e her insanın izlemesi gereken hem eğlenceli hem hüzünlü hem de ders niteliğinde bir film.

17 Temmuz 2011 Pazar

Mildred Pierce

Perşembe günü Emmy adayları açıklandı. Emmy, Amerikan televizyonlarında yayınlanan her şeyin en iyisini seçen prestijli bir ödül. Kategori sayısı 50'nin üzerinde ama genel olarak dizi ve TV filmleri için olan kategoriler önemseniyor. Belirtmeliyim ki bahsedilen Emmy sadece primetime için olanı. Ayrıca gündüz kuşağı için ayrı bir ödül gecesi düzenleniyor.

Bu yılki adaylar zaten göz önünde olan diziler: Mad Men, Boardwalk Empire, Glee, Dexter,... Dizilerde sadece Game of Thrones'un da yarışa katılması beni sevindirdi. TV filmleri ve mini dizilerde ise birkaç ismi kenara not ettim: Mildred Pierce, The Kennedys, Cinema Varite ve Too Big to Fall önümüzdeki 1 ayda gündeme alabileceklerim. Açıkçası TV filmlerine mesafeli yaklaşıyorum ama içlerinde izlenmeye değer olanları oluyor. Mini-dizler ise ayrı bir format. Başarılı olursa tadından yenmeyenleri hep olmuştur.

Ben de bu haftasonu oturup Mildred Pierce'i izledim. HBO'nun yayınladığı 5 bölümlük bir mini-dizi. Aslında 5 saatlik bir film de denilebilir. Hatta ben öyle bakmayı tercih ederim.



1930'larda orta sınıfa mensup Mildred Pierce'in iş ve özel hayatına odaklanıyor. Dizi başladığında sıradan bir ev hanımı olan Mildred'ın boşanmasıyla beraber kendine ait restaurantlar zinciri kurmasını adım adım izliyoruz. Bu sırada kendi özel yaşamı ve kızlarının da bu hayata etkisini görüyoruz.

Mildred Pierce, bir başyapıt değil. Her şeyi dört dörtlük olan başarılı bir melodram. Uyarlandığı kitabın 30'larda popüler olması dolayısıyla bazı konu gedikleri dikkat çekiyor. Belli ki yazar, kitaba tempo kazandırabilmek adına, bazı yerleri ya çabuk geçmiş yada belirli bir sebebe dayandırmamış. Dolayısıyla, sadık bir uyarlama olarak gözüken dizi de, bu gedikleri senaryo boşlukları olarak hanesine katmış. Mesela Monty ile Mildred'in ilişkileri o kadar çabuk gelişiyor ki inandırıcılık sınırları sonuna kadar zorlanıyor.

Ama bu gedikleri diğer unsurlarla kapatılıyor. Bir kere harikulade bir oyuncu kadrosuna sahip. Unuz zamandır hasret kaldığımız Kate Winslet yine döktürüyor. Winslet'e dönem filmlerinde orta sınıf kadın rolleri çok yakışıyor ve bulduğunda da yeteneğini sonuna dek gösteriyor Winslet. Ona eşlik eden, Guy Pierce, Brian F. O'Byrne, (taze Oscarlı) Melissa Leo, Mare Winningham ve Evan Rachel Wood da enfes oynuyor. Zaten hepsi de Emmy adayı bu diziyle.

Ayrıca Todd Haynes'in kendini belli eden rejisi, uyumlu müzikler ve son derece başarılı sanat çalışması ve kostümleri ile ilgili hak ediyor. Bu kadar verimsiz bir film döneminde, başarılı bir mini-dizi size iyi gelebilir.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Edirne Gezisi - 2. Kısım: Edirne Turu, Karaağaç, Sağlık Müzesi

Kırkpınar Güreşleri'nden sonra Filiz'in annesini almaya eve döndük. Biraz oturup dinlendikten sonra dışarı çıktık. Yürüyerek merkeze inip Necati'nin Yeri diye bir lokantada ciğer ve tatlı yedik. Edirne'nin en meşhur yemeği olan ciğer, bilhassa Kırkpınar Restaurantları ile daha da ünlendi son zamanlarda. Açıkçası Kırkpınar'da yediğimi daha çok beğenmiştim. Damak tadım ona daha uygun olabilir tabii. Tatlı olarak da peynir hevlası ile dondurmalı irmik denedik. Ben hevlayı daha çok beğendim ama kızlar tutturdu "Peynir hevlası asıl Çanakkale'de yenir." diye. Valla Çanakkale'ye gitmediğimden bilemeyeceğim ama madem öyle, bir de Çanakkale yapmak gerek!

Oradan çıkarak yürüyerek Meriç'in kıyısına gittik. Bu arada Tunca ve Meriç nehirlerinin üzerinde harika köprüler var. Bunları zamanında Mimar Sinan yapmış. Taştan, hafif kavisli bu köprülerin tam ortasında birer çıkıntı bulunuyor, nehri dolasıya izleyebilmek için. Hala kullanılabilmesi de çok hoş. Bana İskoçya'da gördüğüm eski ama hala kullanılan köprüleri hatırlattı. Keşke Türkiye'de daha fazla yerde eski köprüler kullanılsa.

Meriç kıyısında belediyeye ait bir çay bahçesinde. Ortalık çok huzur doluydu yada bana öyle geldi. Tek sorun, inanılmaz bir sivrisinek popülasyonunun bulunması nehir çevrelerinde. Oturduğumuz yerdeki bina, Lozan Antlaşması öncesi Yunanlılar tarafından gümrük binası olarak kullanılmış bu arada.

Bir süre sonra Ömer Amca ile Bahtiyar Teyze de bize katıldı. Sonra da Ömer Amca arabayla bizi merkeze bıraktı. İlginçtir, Edirne merkezde çok modern mekanlar, barlar filan var ve açık olmalarına rağmen çoğu boş. Bana oldukça garip geldi. Biz de daha merkezi bir yerde biraz oturarak bir şeyler içtik. Sonra da yürüyerek eve dönüp yattık.

Sabah kalkınca yüne mükellef bir kahvaltı sofrası bizi bekliyordu. Bahtiyar Teyze tarafında özenle hazırlandığı belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra Edirne turuna devam ettik.

İlk durağımız Sağlık Müzesi'ydi. Bu müzeyi uzun zaman önce Focus'ta okumuştum. (Bu arada Focus dergisi yayından kalkalı kaç yıl oluyor, hala nedenini bilmem) Bu müze Osmanlı'da hastahane olarak kullanılmış bir şifahane. Özelliği psikolojik hastaları da kabul etmesi ve onları müzik yoluyla tedavi etmesi. Ne kadar başarılı olduklarınıı bilemeyeceğim ama dünyada akademik anlamda bunu ilk yapan hastahane olduğu bir gerçek. Müzede, çeşitli balmumundan heykellerle dönem anlatılmaya çalışmış. İlginç olan yeri, aşkı da bir psikolojik hastalık betimlemeleriydi. Gerçekten aşk, psikojik bir rahatsızlık mıdır?

Gezimizin ikinci Karaağaç'tı. Trakya Üniversitesi Rektörlüğü burada, eski tren garıymış. Bunu hatırlatmak için kara tren koymuşlar. Trene çıkıp bolca resim çekildik (elime ulaşılsa koyarım buraya). Hemen önünde de Lozan Anıtı var. Tarihten hatırlayanınız vardır, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verilmiştir Lozan Antlaşması'nda.

Karaağaç'taki çay bahçelerinde birine oturup dinlendik. Bol içecek aldık, Filiz ile biraz tavla da attık. Hava inanılmaz sıcaktı. Ardından arabayla bir sınıra gidip gelelim dedik. Pazaryeri Sınır Kapısı oldukça küçük. Hatta Hilal, Yunan tarafında bu kapıyı gösteren pek tabela olmadığını anlattı. O kadar önemsemiyorlar yani!

Sınırdan dönerken otostop çeken bir Japon gördük. Engin tutturdu alalım diye. Aldık da. Adı Kohey'di, Japonya'dan dünya yolculuğuna çıkmış. O gün de Yunanistan'a geçmek istemiş ama nedense Yunanlılar bunu kabul etmemiş. Kohey de İstanbul'a geri dönmeye niyetlenmişti. O gün boyunca da bizimle takıldı. Her şeye şaşırıp Japonların ünlü nidalarını atması garip gelse de sevimli geldi bize.

37°2 Le Matin (Betty Blue)

7-8 aydır erişemediğim sabit diskime sonunda erişince, kıyıda kalmış bazı filmleri de tekrardan hatırladım. Betty Blue (37°2 le Matin) filmi de bunlardan biri. Daha bunun gibi sürüyle film var, The Last Detail gibi.

37°2 le Matin 1986 yapımı bir Fransız filmi. O yıl tüm dünyada da oldukça popüler olmuş. Hala da hatırlayan var (ki ben de bir dergiden okuyup radarıma almışımdır). Ama izledikten sonra IMDB'den yapıtığım kısa araştırma sonrasında o yıl Oscar dahil tüm ödüllere aday olmasına rağmen çok da beğenilmediğini gördüm. Hatta yönetmeni Jean-Jacques Beineix'in ikinci yapıtı olan bu film, aynı zamanda kendisinin son popüler filmi.

Filmin fazlasıyla erotik, şimdiden belirtiyim. Hatta ilk sahnesi gayet hardcore diyebileceğimiz bir sevişme sahnesi. Film boyunca da iki ana kahramanımız, bol bol çıplak kalıp sevişiyorlar. Bu arada 'film boyunca' tanımım gayet geniş çünkü tam 180 dakika sürüyor. Sinemalarda sanırım 2 saatlik kurgusu oynamış ama o kurguyu bulmanız bence çok zor. DVD olarak direkt yönetmenin kurgusu var.

Film 3 saat olmasıyla, baştan sıkıyor ama garip bir şekilde akıyor ama bütünlüklü olarak değil. Şöyle ki yanlış hatırlamıyorsam film, 5 bölümden oluşuyor. Bu bölümler fiziksel olarak ayrılmıyor ama gayet hissediliyor. Mesela filmin ilk 40 dakikası, bir sahilde kahramanlarımız Zorg ile Betty'nin birbirlerini tanıma süreciyle geçiyor. İşte bu bölümler kendi içlerinde gayet akıcı, sıkmıyor ama birinden diğerine geçerken tempo değişimi yaşanıyor ve doğal olarak seyirci filmden kopuyor. Tıpkı sahil kasabasından Paris'e geçtiklerinde yaşandığı gibi.

Film, Zorg ile Betty'nin oldukça delişmen ve doludizgin ilişkisini anlatıyor. İlkişkilerinin ilk haftasından başlayan film, sonuna kadar götürüyor. İlişkiyi izlenebilir kılan iki unsur var: İlki, Betty'nin delilikleri, aklına eserse adam bile öldürebilir sebebi ne olursa olsun. İkincisi de Betty ne yaparsa yapsın, Zorg'un ona olan sadık tutkusu. Film boyunca olan tüm dinamikleri, bu iki unsur tetikliyor.

Filmin tadı ise son yarım saatte ortaya çıkıyor. Yani ilk 2.5 saat gayet boş gelebilir film size. Bu son 30 dakikada ve hele final sahnesinde, ikili arasındaki aşkın tüm gerçekliği ve özünü ortaya koyuluyor. Sanki beyninize işleniyor, o kadar saf bir sinema tadı veriyor.

Bu yönden, bu filmden 2 yıl önce çekilen ve benim en'ler listemde ilk 4'te olan Paris, Texas'a benziyor. Paris, Texas'ı bırakın geçmesi, yakalaması bile zor olsa da (o filmin sonunda 5-10 dakika yerimden kalkamamıştım, olağanüstü bir eserdir) o hisse yaklaşıyor. Bu his, aşkın ne kadar harika bir duygu da olsa maddi dünyayla çakışınca yarattığı uçlara varan dengesizlikleri tüm yalınlığı ile gösterebilmesi. Diğer deyişle manevi duygunun uç noktası olan aşkın, maddi dünyayla çelişkisini gerçekçi olarak yansıtabilmesi.

Bu olguyu, bırakın yansıtmayı saptayabilen bile çok az sanat eseri (Six Feet Under'ın gelmiş geçmiş en iyi dizi olmasının sağlayan nedenlerden biri de budur) olduğu için 37°2 le Matin, izlenmeyi kesinlikle hak ediyor.

Bloguma Facebook Butonları Eklenmiştir

Kabul ediyorum, mühendis olmama rağmen, çok teknik işlere kafam basmıyor. Facebook eklentilerini bloga ne zamandır yüklemeyi düşünüyordum ama üşengeçlikten kurcalamıyordum.

1 ay önce Facebook'ta bir 'page' oluşturup blogu takip edenler görünsün istedim. Ama çok verimsiz oldu yada ben yapamadım. Sonuçta tamamen kaldırdım bugün.

Bugünkü asıl değişiklik ise 'Like', 'Send' ve 'Share' bağlantılarını eklemeyi başarmam oldu! Yani artık beğendiğiniz yazıyı facebook'ta paylaşabileceksiniz, beğenebileceksiniz veya bir arkadaşınızın e-posta'sına direkt gönderebileceksiniz. Bu 3 butonu da yanyana yapmaya uğraştım ama yemedi. Şu anki haliyle idare edin. Artık hep böyle kalacak: 'Like' ve 'Send' butonu yazının yukarısında ve 'Share' butonu da yazının sonunda artık.

Fena da olmadı aslında. Ama bu blogun amacı hep belli: Öncelik her zaman içeriktir. Bu tarz görsellik numaraları çok az olacak bundan sonra da.

Az olan okuyucu kitleme duyurulur.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

İki Kalp ve Titreşim (NVH) Analizi

Hepimizin aslında iki kalbi vardır. Bir maddi, bir manevi. Bu iki kalp, bizi oluşturan iki olguyu temsil eder. Biri beden, biri ruh. Bu iki olgu birbirine bağımlıdır, beraber olmadan maddi dünyada bir başlarına var olamazlar. Ruh olmadan beden yaşayamaz, beden olmadan ruh nefes alamaz.

İkisinin de hayati organına kalp denir. Maddi kalp durursa beden ölümü gerçekleşir. Manevi kalp durursa da... Hayır o durmaz, ama çoğu insan onu maddi kalp şeklinde çizer, sanki kan pompalıyormuş gibi attığı söylenir. Metafor olarak güzel dursa da bir eğretilik de taşır. Manevi kalp çok daha karmaşıktır.

Bazen maddi kalp, maneviyi taşıyamaz, ayak uyduramaz. Manevi kalp, kurtulmak ister ondan, zincirlerini kırmak ister ama yapamaz. Bir yaşam süresi boyunca bu iki kalp, birbirine hep bağlı kalacaktır.

İkisi de birbirinin suyuna gitmek yerine zıtlaşırlar, kavga ederler çoğu zaman. Bu kavga da en çok onlara zarar verir. İçten içe çürümeye başlarlar. Böylece diğer kalplerin saldırısına açık olurlar. Çünkü genelde, manevi kalp, maddiyi beğenmez, hor görür, aklına gelmez ki var olmak için ona muhtaçtır. Maddi kalpse, verimli ve etkin bir çalışma için maneviye muhtaçtır. Lakin o da bunun farkında olmaz.

Benim iki kalbim de, uzun zamandır ortak çalışmıyor. Biri diğerinden nefret ediyor, öteki de diğerini dinlemiyor. Bu durumun farkına varalı 2-3 yıl oluyor ama ikisini barıştırmak inanın ki çok zor. Ama galiba bir çözüm yolu buldum. Yada bulduğumu sanıp kalplerimi oyalıyorum. Durumu ilerleyen zamanlarda anlayacağız. En çok da ben merak ediyorum, ateşkes ne zaman imzalanacak diye.

Çözüm mü? Hakkında biraz daha araştırma yapmam gerek, size yazmadan önce. Haftasonu onunla ilgili şöyle bir özdeyiş okudum, eski bir ataya ait: "..., zihnin titreşimlerinin kontrolüdür."

Hayat ne kadar garip değil mi? Maddi kalbimin geçinebilmek adına yaptığı uğraş, aslında maneviye de bir ipucu veriyor: Rahatsız edici unsurları engellemek için, önce bir analiz yap, sorunu tespit et ve sonra da o sorunu izole edip yok et!

12 Temmuz 2011 Salı

Edirne Gezisi - 1. Kısım: Varış ve Kırkpınar Güreşleri

Son 1 aydır uyku sınırlarımı zorluyorum. Bedenime ısrarla işkence uyguluyor gibiyim. Mesela dün toplantıda müdür yardımcımın yanı başında uyukluyordum, zor kendime geldim. İşte böyle bir zaman diliminde, hem de bir cumartesi sabahı, tam uyunacak bir sabahta, 8 buçukta kalktım. Mısır gevreğimi yiyip, sırt çantamla kendimi dışarı attım. Neden mi? Çünkü Edirne'ye gidecektim.

Otobüs-metrobüs-metrobüs-tramvay sıralamasında sonra Esenler'e vardım. Birazcık erken gelmişim. Engin ile Hilal'i beklerken oturayım dedim. Ama ne mümkün? Esenler'de 10'a yakın Metro yazıhanesi var! Hepsi de otogarın farklı köşelerinde. Edirne için olan yazıhaneyi bulunca biraz oturdum. Ardından benimkiler geldi, otobüsün önünde buluştuk. Esenler gerçek bir kaos!

Hilal'in ev arkadaşı Esma da bize katılmış, yada ben yeni öğrendim. Otobüse doluştuk dördümüz ve 2 saat 15 dakikalık otoban manzaralı bir yolculukla Edirne'ye vardık. Yol gerçekten çabuk geçti, kah sohbetle kah kitap okuyarak.

Edirne 'de bizi Hilal'in babası Ömer Amca karşıladı. Hemen ardından başka bir otobüsle gelen Filiz ve annesi aramıza katıldı. Böylece Trakya'nın en büyük şehri Edirne'ye adımımızı attık.

Kırkpınar haftası olduğundan her yerdeki afişler dikkat çekiciydi. Diğer türlü her ucundan gözüken Selimiye'siyle tipik bir karasal iklim kenti, Edirne. Merkeze inen ve tüm şehrin ana damarı olan upuzun bir bulvar. Kenarlarında evleri, dükkanları, küçük sanayisi, AVMsi ile bu bulvar merkeze kadar çıkıyor. Selimiye'ye kadar çıkmadan saparak ilk durağımız olan Hilal'lerin evine geldik. Evin kapısında bizi Hilal'in annesi ile anneannesi karşıladı.

Oldukça ferah bir lojman olan evleri, tam merkezinde Edirne'nin. Ferah bir bahçeye de sahip evin alt katı, Ömer Amca'nın iş yeri, Şeker Fabrikaları'nın Edirne ofisi.

Daha birkaç kelam ederken masa hazırlanmaya başlıyor. Bahriye Teyze'nin enfes yemekleriyle başbaşa kalıyoruz. Muntazam bir Türk sofrası. Türkiye'den başka hiçbir yerde bu kadar özverili bir sofra hazırlanamaz. Tıka basa doyuyoruz. Bahriye Teyze, "Ama daha tatlı yemediniz?" derken herkes sofradan kaçışmaya başlıyor, sıcakta şişen göbeklerini tutarak.

Şimdi Kırkpınar'a gitme vakti! Ata sporumuz güreşin, en önemli turnuvası olan Kırkpınar Yağlı Güreşleri'nin ben, adı üstünde Kırkpınar'da yapıldığını sanırdım. Meğerse Kırkpınar, şu anda Yunanistan'da kalan bir meraymış ve cumhuriyetin kuruluşundan beri güreşler, Edirne'nin Sarayiçi mevkiinde yapılırmış. Bu mevkide eskiden Osmanlı Sarayı varmış. Balkan Savaşları'nda Bulgarlar bombayla yıkmış, harabeye dönmüş. Şimdi aslına uygun yeniden yapılıyor. Yanı başında, Güreşler için özel bir mekan inşa edilmiş. Mekanın stattan farkı daha küçük olması ve ortasında çim değil, çayır bulunması.

İçeri girince, hemen bir sıraya oturup güreşleri izlemeye başladık. Ortamıza da Ömer Amca oturdu ki herkese terimleri ve kısa bilgileri anlatabilsin. Son güreşler hariç, kalanları çayırda aynı anda yapılıyor. Yani çayırda bir seferde 20'ye yakın güreş izleyebiliyorsunuz. Hatta aynı zamanda bir sonraki grup, peşrev çekiyor çoğu zaman. Peşrev, pehlivanın güreş öncesi seyirciyi gerinerek selamlama merasimi. Önemsiz demeyin, Güreşler'deki en iyi üç peşrevi yapan da para kazanıyor. Tabii esas ödül gruplarda ilk üçe girenlere. Yaş ve deneyime bağlı olarak 17-18 grup var. Herkesin bildiği ve en popüler grup Baş Pehlivan Grubu.

Biz girdiğimizde, geçen 2 senenin baş pehlivanı Mehmet Yeşilyeşil güreşiyordu. Herkes pürdikkatti o yüzden. Bu yıl da kazanırsa Altın Kemer'i kazanıyormuş ki bu çok önemli bir ünvan. Arka arkaya 3 yıl kazananlar, alabiliyor bu kemeri sadece. Ama Mehmet Yeşilyeşil yenildi, hem de 2. turda. Böylece bu ünvanı da kaybetti. Böyle heyecanlı bir güreşten sonra daha rahattı ortalık. Biraz etrafı izledim. Çoğunluk erkekti, doğal olarak, tribünler final günü olmamasına rağmen gayet doluydu. Çayırda pehlivanlar, hakemler, muhabirler, yağcılar, davulcular bir hengame şeklinde işlerini yapıyordu. Arada cazgırlar takdimlerini yapıyordu.

Günün son güreşlerine kadar biraz güreşlere baktık, biraz etrafa baktık, biraz da sohbet ettik. Mesela Ömer Amca'dan öğrendik ki, güreşin bitmesi için göbeğin yıldız görmesi gerekiyormuş. Yani sırt, aşağıya doğru, hafif de olsa yatacak. Son güreşler yine baş pehlivan gubundaydı. Ömer Amca'nın favorisi Ali Gürbüz'ü izledik. Gürbüz 4 dakikada galip geldi. Böylece Güreşleri'n 2. günü tamamlanmış oldu.