Kırkpınar Güreşleri'nden sonra Filiz'in annesini almaya eve döndük. Biraz oturup dinlendikten sonra dışarı çıktık. Yürüyerek merkeze inip Necati'nin Yeri diye bir lokantada ciğer ve tatlı yedik. Edirne'nin en meşhur yemeği olan ciğer, bilhassa Kırkpınar Restaurantları ile daha da ünlendi son zamanlarda. Açıkçası Kırkpınar'da yediğimi daha çok beğenmiştim. Damak tadım ona daha uygun olabilir tabii. Tatlı olarak da peynir hevlası ile dondurmalı irmik denedik. Ben hevlayı daha çok beğendim ama kızlar tutturdu "Peynir hevlası asıl Çanakkale'de yenir." diye. Valla Çanakkale'ye gitmediğimden bilemeyeceğim ama madem öyle, bir de Çanakkale yapmak gerek!
Oradan çıkarak yürüyerek Meriç'in kıyısına gittik. Bu arada Tunca ve Meriç nehirlerinin üzerinde harika köprüler var. Bunları zamanında Mimar Sinan yapmış. Taştan, hafif kavisli bu köprülerin tam ortasında birer çıkıntı bulunuyor, nehri dolasıya izleyebilmek için. Hala kullanılabilmesi de çok hoş. Bana İskoçya'da gördüğüm eski ama hala kullanılan köprüleri hatırlattı. Keşke Türkiye'de daha fazla yerde eski köprüler kullanılsa.
Meriç kıyısında belediyeye ait bir çay bahçesinde. Ortalık çok huzur doluydu yada bana öyle geldi. Tek sorun, inanılmaz bir sivrisinek popülasyonunun bulunması nehir çevrelerinde. Oturduğumuz yerdeki bina, Lozan Antlaşması öncesi Yunanlılar tarafından gümrük binası olarak kullanılmış bu arada.
Bir süre sonra Ömer Amca ile Bahtiyar Teyze de bize katıldı. Sonra da Ömer Amca arabayla bizi merkeze bıraktı. İlginçtir, Edirne merkezde çok modern mekanlar, barlar filan var ve açık olmalarına rağmen çoğu boş. Bana oldukça garip geldi. Biz de daha merkezi bir yerde biraz oturarak bir şeyler içtik. Sonra da yürüyerek eve dönüp yattık.
Sabah kalkınca yüne mükellef bir kahvaltı sofrası bizi bekliyordu. Bahtiyar Teyze tarafında özenle hazırlandığı belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra Edirne turuna devam ettik.
İlk durağımız Sağlık Müzesi'ydi. Bu müzeyi uzun zaman önce Focus'ta okumuştum. (Bu arada Focus dergisi yayından kalkalı kaç yıl oluyor, hala nedenini bilmem) Bu müze Osmanlı'da hastahane olarak kullanılmış bir şifahane. Özelliği psikolojik hastaları da kabul etmesi ve onları müzik yoluyla tedavi etmesi. Ne kadar başarılı olduklarınıı bilemeyeceğim ama dünyada akademik anlamda bunu ilk yapan hastahane olduğu bir gerçek. Müzede, çeşitli balmumundan heykellerle dönem anlatılmaya çalışmış. İlginç olan yeri, aşkı da bir psikolojik hastalık betimlemeleriydi. Gerçekten aşk, psikojik bir rahatsızlık mıdır?
Gezimizin ikinci Karaağaç'tı. Trakya Üniversitesi Rektörlüğü burada, eski tren garıymış. Bunu hatırlatmak için kara tren koymuşlar. Trene çıkıp bolca resim çekildik (elime ulaşılsa koyarım buraya). Hemen önünde de Lozan Anıtı var. Tarihten hatırlayanınız vardır, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verilmiştir Lozan Antlaşması'nda.
Karaağaç'taki çay bahçelerinde birine oturup dinlendik. Bol içecek aldık, Filiz ile biraz tavla da attık. Hava inanılmaz sıcaktı. Ardından arabayla bir sınıra gidip gelelim dedik. Pazaryeri Sınır Kapısı oldukça küçük. Hatta Hilal, Yunan tarafında bu kapıyı gösteren pek tabela olmadığını anlattı. O kadar önemsemiyorlar yani!
Sınırdan dönerken otostop çeken bir Japon gördük. Engin tutturdu alalım diye. Aldık da. Adı Kohey'di, Japonya'dan dünya yolculuğuna çıkmış. O gün de Yunanistan'a geçmek istemiş ama nedense Yunanlılar bunu kabul etmemiş. Kohey de İstanbul'a geri dönmeye niyetlenmişti. O gün boyunca da bizimle takıldı. Her şeye şaşırıp Japonların ünlü nidalarını atması garip gelse de sevimli geldi bize.
2 yorum:
Ama en önemli bölümü, Martı ile tanışmanı yazmayı unutmuşsun! Olmaz! :)
O 3. kısımda ama Hilal'den fotoğrafları bekliyorum yazmak için!
Yorum Gönder