22 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul Film Festivali'nden 6 Film

Sinema eleştirisi yazmak için çok alakasız bir yerdeyim ama hiç alakanız olmayan bir yerde 3 saat tutsak kalınca yapacak pek bir şey kalmıyor. O yüzden yazıda olabilecek garipliklere karşı sizi uyarayım.

Evet, İstanbul'da 2 günde 6 film izleyeli 2 hafta geçti! İstanbul Film Festivali hakkındaki düşüncelerimi geçen hafta yazmıştım. Bu sefer sadece filmlere odaklanacağız.

11 Nisan Cumartesi izlediğim filmlerin şaşılası biçimde ortak bir yönü vardı: Hepsinin sonu gayet muğlaktı yada bana öyle geldi ki hepsi farklı ülkedendi: Uruguay, İngiltere, Şili, ABD. İlginç harbiden.

Mal dia Pera Pescar (Bad Day to Go Fishing)

Bu Uruguay yapımı film, umutsuzluk ve açgözlülük hakkında küçük bir drama. Soğuk Savaş döneminde dünya şampiyonu olmuş eski bir güreşçi ve paragöz menajeri Uruguay kasabalarını dolaşmaktadır. Güreşçinin amacı tekrar eski günlerine dönebilmekken menajeri hile ve diğer düzenbazlıklarla para kazanmak peşindedir. Geldikleri son kasabada ise işler sarpa sarar. Artık 'şampiyon' şampiyon olamayacağını anlar, menajer hilelerinin çok zeki olmadığını.

Bitip tükenen hayatlar hakkında ibretlik bir film. Yer yer başarılı da ama genelde sıradan bir dram. Yine de değişik bir tat arayanlara istediğini verebildiği kesin.

A Single Man

Bu yıl orada burada çok konuşulan ama yine de pek sesi çıkmayan film. Halbuki gayet başarılı özelliklere sahip. Ama nedense gittikçe muhafazakarlaşan dünyamızın anlamsız homofobisinin kurbanı.

Soğuk Savaş'ın tavan yaptığı 60'larda (Küba krizi zamanları) eşcinsel bir tarih profesörünün yitip giden sevgilisinin ardından sessiz haykırışı! Gerekmeden konuşmayan, tüm acısını mecburen içine atan, belli bir kalitede yaşayan bir adam George. Ama daha fikri özgürlükten konuşulamayan bir dünyada, sevgilisinin cenazesine bile çağrılmayan biri. Ve bir gün George kalkıp intihar etmeye karar veriyor. Ama bu darip dünya ona da izin vermiyor.

Bittiğinde eksik hissedebileceğiniz ama sonradan parçaları oturan bir film A Single Man. Kitap uyarlaması olduğunun bilincinde ama sadece kitaba yaslanmayan bir film. Görselliği fazlasıyla öne çıkarıyor mesela. Buna enteresan plan seçimlerini ve uygulamasını da ekleyince farklı bir anlatım çıkıyor. In the Mood for Love'a benziyor bazen, bilhassa aynı bestecinin tınıları ses kaydında çalınınca.

Harika bir kostüm ve dekor tasarımı yaratıldığı da kesin. Zaten Mad Men'in harika ekibi arkasındaymış.


Tom Ford'u daha önce tanımıyordum çünkü modayla alakam yoktur, kendisi ünlü bir ikonmuş galiba. Ama şu kesin, yönetmenlik becerisi gayet yüksek Ford'un ve strilize sinema eksikliğini rahatlıkla kapayabilir.

Son paragraf oyunculuklara. Colin Firth göstermediği mimiklerle devleşiyor. Julianne Moore, Matthew Goode ve Nicholas Hoult ise kimi zaman onunla kıyaslanacak kadar iyi oynuyorlar.

El Baile de la Victoria

Bu İspanya yapımı film, ülkenin oscar aday adayımış. Bence çok mantıksız bir film. Ciddi senaryo hataları ve bayağı performanslarıyla kötü bile denilebilecekken birkaç slalomla izlenebilir hale getiriyor kendini. Ricardo Darin'i yine sevemediğimi ekleyeyim.

Greenberg

The Squaid and the Whale ile kalplerimizi kazanan Noah Baumbach, kapitalizmin dünyasında bir yere varamamış, sorunlu insanları anlatmaya devam ediyor. Bu kez Ben Stiller'ın canlandırdığı karakter, dünya ile sorunlar yaşıyor. Yaşlanmaya başlamış, parasız, dengi olmayan bir işle uğraşan, hatta onu da bırakan kaybeden bir şahıs. İnsanlara tepkileri de sorunlu. Salak tepkiler veriyor ama o da bu salaklığın farkında. MFÖ'nün dediği üzere "Bir ordayım, bir burda, hayaller ortasında." durumu.

Mini ve sadece belli bir kitleye hitap edebilecek bir film. Stiller ise rolüne cuk oturmuş.

Nowhere Boy

(Buradan sonrası evde yazılmıştır.)

Lisedeyken ciddi ciddi Beatles dinleyen biri olarak Nowhere Boy'un cazibesine kapılmamak çok zor. John Lennon'un ünlü olmadan önce yaşadığı aile krizini ve bunun yaşantısına etkilerine anlatıyor film.

Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak teyzesi ve amcasıyla büyüyen Lennon, amcasının ani ölümüyle ilk şoku yaşıyor. Bu kaybı annesine geri dönerek kapatmaya çalışıyor. Böylece parça pörçük çocukluk anıları, annenin dengesiz davranışları, teyzenin katılığı ve Elvis genç Lennon'un hayatına damgasını vuruyor.

Her Beatles hayranının izlemesi gereken bir film, hiç Beatles şarkısı yok ama grubun doğuşunu arka planda izlemek bile harika bir duygu. John Lennon ile Paul McCartney'in tanışma sahnesi çok komik mesela. Lennon'ın Elvis tavırları da keza.

Film öyle aham şaham değil lakin üstte saydığım nedenler filmi sürüklüyor. Bir de oyunculuklar. Genç kızların yeni yıldızı olmaya aday Aaron Johnson gayet başarılı. Anne rolünde Anne-Marie Duff, teyzede Kristen Scott Thomas ve Paul McCartney'de Thomas Sangster gayet başarılı.

İzleseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz. Üstüne 50'lerin İngiltere'sini gözlemlersiniz.

Je Suis Heureux que ma Mere Soit Vivante (I'm Glad That My Mother is Alive)

Bir Fransız draması. Çocukken annesi tarafından yetimhaneye verilen bir çocuğun büyüyünce bunun sorunlarını yaşamasını sade bir dille anlatıyor. Gerçi yer yer ağdalaşıyor lakin çok da bayağılaşmıyor.

Oyunculukların kalitesine yaslanan yapım, dram severlerin hoşlanacakları bir yapım. Ama olağan düzeyin üstüne çıkamıyor. Oysa ki yeterli malzemesi var.

Hiç yorum yok: