14 Şubat 2008 Perşembe

Apocalypse Now


Savaş nedir? Bir güç, iktidar mücadelesi mi? Belki üst düzey yetkililer için öyledir. Ama ya birey için? Bunu sıcak çatışmaya giren her birey için soruyorum. Bu birey için savaş ne ifade etmektedir? Bir gün “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” diyebilmek midir? Modern dünyada Wagner dinleyerek hücuma geçmek midir savaş?
Apocalypse Now savaşı hiç olmadığı şekilde anlatıyor, 30 yıl önce çekilmesine rağmen. Bu filmde, çatışma görmüyorsunuz, düşman da yok, sadece üstlerinin bunları öldürün dediği birtakım insanları katletmek var. Filmdeki teknenin kaptanı Chief’in dediği üzere, birey sadece denileni yapmakla yükümlü, yargılamakla değil. Ama bu yükümlülük öyle bir şey ki sonuçta birey bireyliğini yitiriyor.
İsterseniz en baştan alalım. Apocalypse Now, 70’lerde ardı ardına iki The Godfather ve The Conversation olmak üzere üç başyapıt çeken Francis Ford Coppola’nın bu dönemdeki son filmi. Çünkü bu filmin ticari olarak batmasının ardından bambaşka diyarlara yelken açacaktır. İşte bu Coppola, hem ticari hem eleştirel anlamda büyük başarılara imza atan üç filminin ertesinde çok zor bir işe girişir: Joseph Conrad’ın 19. yüzyılda Kongo için yazdığı ‘In the Heart of Darkness’ adlı romanını Vietnam’a uyarlamak. Roman daha önce hiçbir edebi eserin değinmediği bir kavramı sorgular: Bireyin iç dünyasında, aydınlıktan karanlığa olan yolculuğu. Pantolon giyen, kitap okuyan, çağdaş bir insanın bir takım olaylar neticesinde taş devri insanına dönüşümü anlatılır. Bu birtakım olayların en alenisi de savaştır. Çünkü evinde kitabını okuyan, eğitim gören, insani münasebetlere giren bireyi alıp bilmediği bir coğrafyada eline bir silah verip “Öldür ya da öl!” dersin ve o adam zorunlu olarak bir evrim geçirir. Ölmemesi için öldürmesi gerekiyordur ve bunun için de tıpkı 1000-2000 yıl önce atasının yaptığı gibi vahşileşmesi gerekiyordur. Asıl çarpıcı olan taraf da bu evrimde geri dönüşün olmamasıdır.
Coppola bize ilk karede aslında sonu gösterir, insanlığın sonunu. Yemyeşil ağaçlarla kaplı canlı bir ormanı görürüz. Ses kaydından mekanik bir helikopter sesi gelir. Burası bir cennettir ama garip bir ses onu tehdit etmektedir sanki. Derken birkaç helikopter perdede belirerek napalm bombalarını bırakırlar. Ortalık bir anda ateş çemberine dönüşür ve ses kaydında da The Doors’tan ‘The End’ dönmeye başlar. Burası, artık hiç şüphe yok ki, kıyamettir!
Sonra bir erkek yüzü görürüz. Yatakta sele serpe uzanmış, vantilatörün mekanik sesini dinleyen biri. İç ses konuşmaya başlar. Eve döndüğünü ama bu vahşeti özlediğini anlatır ve bu vahşette de evi. Şimdi Saygon’dadır ve amirlerinden gelecek görevi beklemektedir. Sabah kapısı çalınır ve görevi gelir. “İsteyen er geç amacına ulaşır.” Görevi gizlidir, tıpkı daha önceki görevleri gibi. Ondan istenilen, Vietnam’dan çıkıp Kamboçya’da kendini tanrı ilan eden ordunun en iyi subaylarından Albay Kurtz’u öldürmesidir. Bunun için emrine bir tekne ve dört mürettebat verilir. Nehir boyunca içeri gidecek, hedefini bulacak ve dönecektir. Tabii iş o kadar basit değildir. Öldürmesi gereken kişinin yeri belirsizdir ve en önemlisi geçmişi inanılmaz askeri başarılarla doludur. Yolda bilgileri okurken kendini sorgular. Kurtz, tam bir ölüm makinesidir ve bunu, artık medeni yollarla yapmıyordur. Çünkü karşısındaki düşman medeni değildir ve öyle savaşıyordur. O da aynı yöntemi uygulayınca kendi amirleriyle ters düşer ve elindeki güçle kendi krallığını ilan eder. Aslında ondan istenen de tam olarak budur çünkü ABD’nin Vietnam’da yaptığı budur. Ama bunu ancak devlet yapabilir, birey yapmamalıdır. Bu yüzden de görev gizlidir.
Adamımız, Yüzbaşı Williard, nehir boyunca ilerlerken savaşın farklı yüzlerini görür. İlk olarak Wagner bestesini hücum borusu olarak kullanan Yarbay Kilgore ile tanışır. Kilgore da bir nevi vahşidir, önüne gelir öldürür ve bütün bunlar ona normal gelmektedir. Bir yandan operasyon yaparken bir yandan sörf yapmak amacındadır. “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” ve “Ben bu denizde sörf yapılabilir diyorsam bu deniz güvenlidir! (arkada bombalar düşmektedir)” onun marka sözleridir.
İşin daha ilginci nehrin içine girdikçe daha garip olaylar görmesidir. Karanlıkta nehir boyunca ilerlerlerken birden ışıklı bir amfi ile karşılaşırlar. Karaya çıktıklarında o gece playboy kızlarının şov yapacaklarını öğrenirler. Denildiği üzere kızlar gelir ve en azdıran danslarını yaptıkça sayısı bini aşan asker topluluğu daha da coşar ve sahneye akın ederler.
Kızlar son anda kurtulur ama bu, vahşiliğin başlangıcından başka bir şey değildir.
Birkaç gün sonra buldukları bomboş bir kampta ise aynı kızları deliliğin eşiğinde bulurlar. Üstelik 2 saatlik eğlencenin ücreti sadece 2 bidon yakıttır! Kamboçya sınırına yaklaştıkça delilik sadece kıyıda kalmaz, tekneye de bulaşmaya başlar. Bir köpek yüzünden bir yerli teknesini katleden mürettebat, Williard’dan tek yorum duyar: “Durmamanızı söylemiştim.”
Nehrin son ABD kampında ise başsız bir fare sürüsüyle karşılaşılır. Williard’ın tüm çabasına karşın komutanı bulunamayan kampta askerler, öylesine etrafta kurşun saçıyordur. Bir kısmı ise delilik sınırında tekneye binmeye çalışır. Azimle yola devam eden tekne, kıyıdan yapılan ilk saldırıda Clean’i kaybeder. Bir zaman sonra ise ilginç bir Fransız komüne rastlarlar. Clean’i toprağa veren ekip, bir gün soluklanarak hedefe doğru son adımı atarlar.
Williard’ın Kurtz’u bulması filmin 150. dakikasına denk gelir. Bu zamana kadar medeniyetle vahşiliğin arasındaki her kademeye şahit olan ekip, Kurtz ile son raddeye gelir. Böylece karanlığın kalbine olan yolculuk tamamlanır. Yarı çıplak yerlilerden oluşan bir kitle Kurtz’un etrafında kümelenmiştir. Ekibi karşılayan hippi gazeteci, Kurtz’un ayrı bir varlık olduğuna işaret eder. Zaten ekibin gelmesinin nedeni çok aşikardır. Williard’ı hapseden Kurtz, zaten artık nirvanaya ermiş (vahşileşmiş) olan Lance hariç kalan mürettebatı öldürtür. Burada filmin doruk noktasına gelinir: Williard da nirvanaya erecek midir yoksa içindeki medeni sesi dinleyip Kurtz’u öldürecek midir?
Filmin belgeselinde Coppola, final sahnesinin müziğinin nasıl olması gerektiğini şöyle anlatıyor: “İlk notalar 1968’in ilk kıvılcımlarına işaret edecek, sonra 1950, 1900, 1700, 1500 ve taş devri. Böylece karanlığın kalbine ulaşılacak.”
Filmin sinema tarihinde ismi altın harflerle yazılmış olan bir başyapıt olduğunu yazmama bilmem gerek var mı? Coppola filmi çekerken teknik manada da sınırları zorlamış. 200’ü aşan çekim günü, 1 milyon metrelik negatif uzunluğu filmin çekim şartlarını belki anlatabilir. Bunun yanında çığır açan bir görüntü çalışması, makyaj, kostüm ve bunların yönetimi. Üstüne Dolby Digital’in film uğruna 5+1’i buluşu ve ilk defa kullanması.
3,5 saatlik bu destanı izleyip medeniyet adına uzun uzun düşüncelere dalmalısınız. Kaçmaması gereken, muhteşem bir yapım.

Hiç yorum yok: