25 Temmuz 2009 Cumartesi

Şok Doktrini

Bu sefer kendi düşüncelerimi değil, okuduğum ve önemli olduğunu düşünüp herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bir dosyanın özetini yazacağım. Hak verip vermemek size aittir.

Bahsedeceğim dosya, Bant dergisinin Temmuz-Ağustos 2009 sayısında yer almaktadır. 19 sayfalık bir yazılar topluluğundan oluşmaktadır. Tabii ben bu 19 sayfanın belli başlı bölümlerine değineceğim. İlginizi çekerse dergiyi alıp tamamını okumak tavsiyemdir.

Dosyanın adı ‘Şok Doktrini’. Naomi Klein’ın ortaya attığı bir kavram bu, orijinali ‘The Shock Doctrine’ olan. Kavramı kabaca ifade etmeye çalışırsak, Chicago Okulu mezunu bir grup liberal ekonomistin son 40 yılda dünyada yaptığı yıkımı anlatıyor.

Her şey 50’li yıllarda, meslektaşlarının ifadesiyle, salak bir psikiyatrist olan Dr. Ewen Cameron’un ‘Şok Terapisi’ adını verdiği yöntemi uygulamak istemesiyle başlıyor. Amaç, fikirleri normalden farklı olan insanları fiziksel tedaviyle bilinçlerini silip, sıfırlanan bilinçleri normal fikirlerle doldurmak. Bu süper fantastik yöntem, CIA’in sponsorluğunda Kanada’da Kore’de esir alınan askerler üzerinde uygulamaya geçiliyor! Tabii insanlara çeşitli işkenceler yapılsa da uygulama, başarısızlıkla sonuçlanıyor. Ama bir grup insanın hafızasını silmeyi başarıyorlar yine de.

Bu acayip deney hiç gerçeğe dönüşmese de, bundan ilham alan Chicago Okulu olarak ünlenen liberal ekonomistler, bu deneyi tüm topluma uygulamayı düşündüler. Bu ekolün başındaysa nasılsa bu yöntemle Nobel Ödülü alacak Milton Friedman vardı! 60’larda kendi ülkelerinde başlayan denemeler başarısızlıkla sonuçlanınca yine CIA desteğiyle üçüncü dünya ülkelerinde uygulanmak istendi.

Kurallar şöyleydi: 1) Askeri bir darbeyle hükümet ve düzeni şoka sokmak (Sonradan doğal afetleri de kullandılar) 2) Dr. Cameron’un şok terapisinin yetkin bir uygulaması ile muhalefet etmesi beklenen yüz binlerce kişiye işkence uygulamak 3) Chicago Okulu ve müritleri askeri cuntaya ekonomik reçeteyi hazırlayarak, halkın kazanımlarını sıfırlamak ve ilkokullar dahil her şeyi büyük devletlere devretmek

Diğer deyişle, her şeyi serbest pazar ekonomisine çevirip özel sektörü ihya etmek!

İlk uygulama 1973’te Şili Devrimi’yle gerçekleştirildi. Devletleştirme yanlısı Salvador Allende’ye yapılan darbeyle General Pinochet diktatör oldu. Darbe günü yapılan idamların sayısı yüzün katlarıyla ifade ediliyor. Buna kayıplar, yaralılar ve kaçanlar dahil değil. Darbenin sonucuna gelirsek; ülke tamamen uluslar arası şirketlere parselleniyor. Tüm dünya ihtilali lanetlese de olayı, ekonomik mucize olarak tanımlıyor. Şili halkı da giderek yoksullaşıyor: %3’lük işsizlik bir anda %30’a vuruyor. Ülke borçları tavan yapıyor.

Bu darbeyi, 1973 Uruguay, 1976 Arjantin darbeleri takip etti. En ironik olay ise, Arjantin’deki en büyük işkence zindanının bir alışveriş merkezinin bodrumundan çıkmasıydı!

70’lerin sonunda Stephen Haggard aslı bir neoliberal siyaset bilimci, yenilikçi atılımların yalnız askeri darbe ve tek parti hükümetlerinde yapıldığını söyleyen bir makale yayımladı. Çok geçmeden Margaret Thatcher bunu İngiltere’de uygulamaya koydu. Küçük militarist faaliyetlerle (ör: Falkland Savaşı) halkı daima arkasına alarak birtakım ekonomik uygulamalarda bulundu: Bütün sosyal konutları (lojmanları) özelleştirdi. British Steel gibi en büyük kurumları elden çıkardı. Hala daha 80’ler İngiltere’de kayıp yıllar olarak görülür. O dönemin izlerini Ken Loach, Shane Meadows ve Stephen Frears’ın filmlerinde takip edebilirsiniz.

1985’te Bolivya’da ise ‘demokratik darbe’ yapıldı. Ülkenin tek ihraç ürününü (koka) yasaklayan ABD, enflasyonun yüzde 14000’e vurmasını sağladı. Ardından ünlü ekonomist Jeffrey Sachs ülkeye çağrıldı ve enflasyon bir yılda yüzde 10’a indi. Götürüsü mü? Caddelerde birkaç ay tanklar gezdi, işsizlik tavan yaptı, aç kalan halk mecburen kokain ekti ve tamamen uyuşturucu bağımlısı oldu, muhalif liderler hapishanelerde çürüdü. Ama Batı buna ‘ekonomik mucize’ dedi.

İngiltere ve Bolivya deneylerinden sonra askeri darbe yapmanın gereksizliği ortaya çıktı. Ufak bir ekonomik kriz tüm gerekli işlemler için yetiyordu. Bir kere ülke, geme alındı mı dış borçları sayesinde sonsuza dek Batı’ya bağımlı kalıyordu.

90’larda benzer bir deneyimi Güney Afrika yaşadı. Ülkedeki zengin yer altı kaynaklarını devletleştirmek isteyen Mandela’nın partisi AMC, iktidar olsa da çeşitli hamlelerle ekonomiden uzaklaştırıldı. Tüm olası devrimlerden sonra tüm ekonomik değerlerin %80’i yine beyazlarda kaldı. Hatta bunların devletçe el konması yasayla engellendi ama yabancı şirketlere satımındaki tüm engeller kaldırıldı. Hala ülkedeki siyahlar arsında %40’ı bulan işsizlik oranları mevcut.

80’lerin sonunda Polonya’da başka bir yanlış anlaşılma oldu. Sosyalist hükümetin et fiyatlarına zam yapmasını eleştiren bir grup, Batı’nın dikkatini çekti. Bir anda ciddiye alınan grup 88’de iktidar oldu ama başkanı “Maalesef kazandık.” açıklamasını yaptı. Çünkü enflasyon ve işsizlik tavan yaptı. Kurtarıcı olarak Jeffrey Sachs çağrıldı! Ardından başbakan birkaç günlüğüne hastaneye yatırılınca şu sonuç ortaya çıktı: Devlet işletmeleri satıldı, borsa oluşturuldu, ağır sanayiden tüketici ürünleri üretimine geçiş kararlaştırıldı ve bütçede kesintiye gidildi. Alınan dış borç ayyuka çıktı. Sonuç: Hala Polonya’da ciddi bir işsizlik ve yoksulluk oranı bulunmakta. 2 yıl önce konuştuğum bir Polonyalı, kendisi ve tüm arkadaşlarının diğer ülkelerde çalışıp ülkesinde uyuduğunu söylemişti.

89’da Çin’deki Tiananmen Meydanı’nda yaşananlar tüm dünyada ‘komünizme yapılan başarısız bir darbe’ olarak nitelendirildi. Ama işin aslı bambaşkaydı. Çünkü Komünist Parti, daha 1980’de Milton Friedman’ı ülkeye çağrılmıştı. Nitekim, olaydan sonra Başkan Deng şöyle bir açıklamada bulundu: “Bu olaylar sayesinde Açık Kapı Politikası’na yönelik reformları daha sağlam, kesin ve hızlı adımlarla yapacağız.” Olayları ilk savunan da Henry Kissinger’di. Sonuç: Hala daha açlık sınırında gezinen milyonlarca fabrika işçisi!

90’larda benzeri olaylar Rusya’da vuku buldu. Chicago Okulu tezlerini reddeden Gorbaçov devrildi. Yerine geçen Yeltsin tüm devlet kurumlarını özelleştirmeye kalktı. Parlamentonun %99’u karara karşı çıkınca darbe yapıp parlamentoyu dağıttı, kendi diktatörlüğünü kurdu ve ne ABD ne AB demokrasiden söz etti. Baş ekonomi danışmanı da Jeffrey Sachs’tı! Sonuç: Abramoviç gibi 17 oligark ortaya çıktı. Ülke kurumları yabancı şirketlere dağıtıldı. 2006’da UNICEF’e göre 3,5 milyon evsiz çocuk ve 4 milyon eroin bağımlısı bulunuyordu.

Gelelim daha yakın tarihlere: 2003’te başlayan Irak İşgali’nin sebebinin nükleer silah olmadığını bilmeyen kaldı mı acaba? Bant’taki dosyada çok güzel gerçekler var ama benim daha inanılmaz bulduğum 2004’te Hint Okyanusu’nda gerçekleşen tsunami felaketinden sonra gerçekleşenler:

Tsunamiden 1,5 yıl önce Dünya Bankası ve IMF ‘Sri Lanka’yı Yeniden Kazanmak’ planını açıkladı. Amaç, tüm arazileri özelleştirip uluslar arası otel zincirlerine satmak ve ülkeden yeni bir turizm cenneti yaramaktı. Ama Sri Lanka bu planı kabul etmedi ve hemen ardından tsunami oldu! Tsunamiden hemen sonra ülkenin başına Washington kontrolünde beş büyük turizm holdingi geçti! 9 ay içinde tüm sahillerde otel inşaatları başlamıştı. Tüm dünyadan toplanan felakete yardım paraları da otellerin altyapısına harcandı! Yerli halk mı, nerede yaşadıkları belirsiz!

Benzeri uygulama, Katrina Kasırgası’nda yaşandı! (Bence de “Yuh!”) Bu sistemin mucidi Friedman, Kasırga’dan hemen sonra şu açıklamayı yapmış: “Hele şükür tüm okullar özelleşecek!” Dediği de oldu, devlet okullarının büyük çoğunluğu özelleşti New Orleans’ta!

Adı geçen ülkelerin arasında Türkiye yok, dikkat ederseniz. Ama olaylar hiç yabancı değil bence. Darbeler ve Özal dönemi doktrinin zamanına denk düşüyor zaten! Benim merak ettiğim 17 Ağustos sonrası Kemal Derviş devrimlerinin sistemle alakası olup olmadığı? Derviş’in geçmişini araştırdım, Chicago’yla ilgisi yok lakin IMF’nin has adamı. Tam 3 ülkede bahsi geçen Sachs da Chicago mezunu değil zaten!

Kısacası mı? Yok aslında bundan kısası! Hepimiz birer piyonuz ve parmağımızı oynatmaya hacetimiz yok! Tek yapabileceğimiz durumun farkında olabilmek! Gerisi boş! Carpe diem beyler bayanlar! Günü yaşayın çünkü geleceğiniz zaten sizin elinizde değil!

Hiç yorum yok: