18 Ekim 2009 Pazar

Sinemasal Bir İstanbul Günü

Sabah 9 buçuk civarında uyandım. Baktım, etrafta ses filan yok, yani ev sahiplerim uyuyorlar. Kapıdan süzülerek kendimi dışarı attım. Apartmandan adımımı attım, ara sokak olmasına rağmen canlı bir İstanbul havası seziliyordu. Metroya doğru yürürken bir fırından simit kaptım, daha sıcak. Elimde simit, yolun keyfini çıkararak Taksim’e geldim. Saat sabahın ilk saatleri olduğundan İstiklal, en boş saatlerini yaşıyordu.

Bir Pandora’ya uğradım, ayıp olmasın misali. Sight&Sound’un son sayısına göz attım. Pek okunacak yazı bulamadım. Alsaydım belki Fish Tank’in hacimli yazısını okurdum. Doğruca D&R’a yollandım çünkü aradıklarım esas ordaydı, farkındaydım. Girer girmez (Bursa’da bulunmayan) dergilerime baktım, ikisi de hazır bir halde beni bekliyordu. Ama önce bir DVD katına göz attım, almamın güzel olacağı birkaç DVD çıkmış. Bir dahaki sefere deyip erteledim DVD alışverişini. Sonra girişte Empire (İngiltere baskısı) ve Bant’ımı aldım ve çıktım.

Emek’e girmeden bir su aldım. Simit susatmıştı. Emek’in önü her festival zamanı gibi enteller geçidine dönmüştü. Direkt balkona çıkıp yerime oturdum. Çantamda birkaç düzenleme yapana kadar ışıklar söndü zaten.

Steven Soderbergh’in son filmi The Informant! zeki bir komedi. Kendini dahi sanan bir aptalın şirketini ve daha da önemlisi FBI’yı keklemeye çalışmasını anlatıyor. Tabii işleri sarpa sarıyor ve battıkça batıyor. Siz de bu durum karşısında gülüyorsunuz sadece. Matt Damon’ın incelikli performansından güç alan yapım, senenin izlenmeye değer filmlerinden.

Filmden sonra biraz etrafta dolaştım. Cine Majestic’te izlemek istediğim filmlerin uygun zamanda olduğunu fark ettim. Diğer filme biraz daha zaman olduğunu görüp Mephisto’ya girdim. Her zamanki gibi kalabalıktı kitapçı. Neyse ki arkadaki DVD bölümü ferahtı, birkaç filmi daha gözüme kestirdim lakin nefsime yenilmeyip erteledim. Ardından da yine Emek’in balkonuna çıktım.

İşte festivale gelmemin esas sebebi buydu ve gerçekten merakıma değdi. Çünkü mükemmeldi. Zaten ‘The Space Oddity’ diye bir şarkı yapan bir adamın (kim, bilin bakalım) oğlundan bu beklenirdi. Gerçek manada son yıllarda izlediğim en güzel bilim kurguydu. 2001 (ki en sevdiğim bilim kurgu filmidir) ile Battlestar Galactica’nın (ki en sevdiğim bilim kurgu dizisidir) garip bir karışımıydı sanki. İnsanlığın doğasına dair, insanı insan yapan değerlere dair ilginç bir çalışma. Neredeyse tek kişiyle çekilen film başlı başına da bir oyunculuk gösterisi. Sam Rockwell harikalar yaratıyor gerçek manada. 2009’un en iyilerinden biri şimdiden bence. Moon’u şiddetle herkese öneririm.

Film bitti, ayaklandım. Eski arkadaşlardan Özgün arkalarda oturuyordu, selamlaştık. Merdivenden indim, biri “Artun!” dedi. Baktım, Ezgi’ymiş. İTÜ Sinema Kulübü’nden tanıyordum. Bu yıl bir de başkan olmuş, sevindim. Kızların sorumluluk almaları her zaman önemlidir bence. Benim üyelik zamanında da iki kız arkadaşımız daha başkanlık yapmıştı, gayet de başarılıydılar. Ezgi’yle o kalabalıkta (çünkü tüm salon boşalıyor) yürürken Onur’u gördüm. Ezgi gitti, Onur’la konuştum bu sefer. Ona hemen Cine Majestic’e gidip filme gireceğimi söyledim, “Ben de katılayım.” dedi, memnun oldum. Böylece hemen (500) Days of Summer’a girdik.

Bu filmi de ne zamandır izlemek istiyordum. Türkiye’ye geldi ama Bursa’ya gelmedi. Gıcık sinemacılar! Ben de İstanbul’da gittim işte. Beklediğim üzere kaliteli bir romantik komediydi. Türün koyu fanatiği olarak gayet ciddiyim, Marc Webb başarmış. Klişelere bağlanmadan filmini çekmiş. Kaliteli bir romantik komedide olması gereken maddeler yerinde: Çift arasındaki kimyanın tutması, zeki diyaloglar, hayatı sorgulayan bölümler ve iyi bir ses kaydı ve şarkılar. Yalnız filmi bir şekilde aşk acısı çekenlere hiç önermem. Film gayet etkileyici çünkü üstü kapanmış yaralarınızı kaşıyabilir. Bugün gittiğim filmlerde hep aynı cümleyi kullandım ama hak ediyorlar: (500) Days of Summer, 2009’un (şimdilik) en iyi romantik komedisi.

Filmden çıktık Onur’la, artık gitme vakti. Meydana doğru yürüdük. Cadde biterken tam ben atıştırmak için büfelere dönecekken başka bir “Artun!” seslenmesi daha geldi. Sevgili dostum Müge ve arkadaşı Nihal (ad doğrudur umarım) karşıma çıktılar. Müge her zamanki gibi bir yerden bir yere koşturuyordu. Azıcık konuştuk meydanın orta yerinde. Sonra ben tıkınmaya Çılgın Dürüm’e girdim. Et dürüm ve ıslak hamburgerimi yedim. Böylece dönüşe hazırdım.

Nilüfer’e gidip biletimi aldım ve hemen servise bindim. İnönü’de maç hazırlıkları vardı. Şoförle Çarşılı arkadaşı güzel bir Beşiktaş kritiği çektiler. Enteresan bir konuşmaydı. Kavacık’a gelmeden de Boğaz’ı bu sefer ilk ve son kez gördüm. Diğer gelişimde bir Boğaz paklar artık beni. Kavacık’ta Nilüfer’in yeri değişmiş, şaşırdım ve açıkçası hoşuma gitmedi. Otobüs tenhaydı neyse ki! Dergilerimi okuyarak Bursa’ya vardım. Eve varmam 11’i buldu.

Tatlı bir yorgunluk var üzerimde, güzel geçen bir günün ardından. Üç güzel film izlemenin ve arkadaşları görmenin mutluluğu da var. Yapmalıyım bolca.

The Informant!
Oyuncular: Matt Damon, Melanie Lynskey, Scott Bakula, Joel McHale, Tom Papa, Tom Wilson, Scott Adsit – Görüntü Yönetmeni: Steven Soderbergh – Müzik: Marvin Hamlisch – Senaryo: Scott Z. Burns (Kurt Eichenwald’ın kitabından) – Yönetmen: Steven Soderbergh - ***1/2

Moon
Oyuncular: Sam Rockwell, Kevin Spacey, Robin Chalk, Dominique McElligott – Görüntü Yönetmeni: Gary Shaw – Müzik: Clint Mansell – Senaryo: Nathan Parker (Duncan Jones’un hikayesinden) – Yönetmen: Duncan Jones - ****1/2

(500) Days of Summer
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel, Geoffrey Arend, Chloe Moretz, Matther Gray Gubler, Clark Gregg – Görüntü Yönetmeni: Eric Steelberg – Müzik: Mychael Danna, Rob Simonsen – Senaryo: Scott Neustadter, Michael H. Weber – Yönetmen: Marc Webb - ***1/2

Hiç yorum yok: