12 Ekim 2009 Pazartesi

Das Weisse Band

Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç, iki dünya savaşı arasında Avrupa’daki politik durumu anlatırken Almanya’yı haylaz bir çocuğa benzetmişti. Daha doğrusu, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı haylaz bir çocuk gibi gördüklerini söylemişti. Ailenin haylaz çocuğu bazen dozu kaçırabilirdi ama her zaman ailenin içinde kalmaya devam edilecekti. Aile cezasını kendi verecekti lakin aile dışında bir farklılık olmayacaktı.

Bu dersten yaklaşık 5 yıl sonra Haneke’nin yeni filmi de aynı sözleri söylemeye başlayınca bir an irkildim. Aklım o ders ile film arasında gidip gelmeye başladı. İşte bu sebeple ki film beni çok etkiledi.

1. Dünya Savaşı’nın arifesinde feodaliteyle yönetilmeye devam eden bir Alman köyü. Herkes huzurlu ve halinde memnun. Herkes görevini kabullenmiş, ses etmeden uygulama çabasında. Ama her sessizlikten sonra bir fırtına gelir. Daha doğrusu bir anda gelmez ama belirtileri görülse bile kâle alınmaz.

İşte bu küçük köyde önceleri pek de kimselerin umursamadığı küçük ama hepsi dikkatlice düşünülmüş suç olayları meydana gelmeye başlıyor. Bir atın ince, gergin bir iple düşürülüp sahibinin sakatlanması misali. Giderek artan bu olaylar köyde huzuru bozmaya başlıyor ama hiçbir şekilde sorumlu veya sorumlular bulunamıyor. Yaklaşan siyasi fırtına öncesi herkes olayları anlamaya başlasa da birbirlerine itiraf edemiyorlar. Çünkü en başta kendilerine açıklayamıyorlar.

Das Weisse Band, bu Alman köyünün üzerinden aslında 20. yüzyıl başındaki Avrupa’nın mikrokosmozunu ortaya koyuyor. Çoğu bazı şeylerden huzursuz olsa da hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Israrla statükonun korunacağını farz ediyorlar. Yaklaşmakta olan değişimi fark etmek istemiyorlar. Hatta daha da ileri gidip, değişimi zapt altına almaya çalışıyorlar. Ama değişim bir kere başladı mı durduramazsınız. Üstelik ona karşı kullanılan şiddet, daha çok geri teper. Değişimin daha sancılı, daha acı verici olmasını sağlar.

İşte Avrupa bu sancılı yollardan çok önceleri geçmiştir. Bunlardan hatalarını öğrenerek yoluna devam etmiş, sağlıklı bir toplumsal yapının temelini atmıştır. İşte 21. yüzyıl Avrupası bu temel üzerinden yükselmektedir. Türkiye’nin her alanda ezilmesinin, her hareket altında kavgaya tutuşmasının nedeni de budur. Çünkü Türkiye bu sancılı yolların hiçbirinden geçmemiştir, daha yeni yeni emeklemeye başlamıştır. İçinde yaşadığımız kaosun sebebi de bundan ibarettir.

Esas konumuza geri dönersek, yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan ve her filmiyle daha da ustalaşan Michael Haneke, yine olağanüstü bir deneyim yaşatıyor bize. Olağanüstü kelimesi belki klişe kaçıyor lakin türdeşlerinden fersah fersah farklı bu yapıta başka bir sıfat bulamıyorum.

Her Haneke filminde olduğu gibi diken üstünde izlenilen eser; incelikli senaryosu, abartısız oyunculukları ve gönüllerde huzur verici ama kasvetli bir duygu bırakan siyah-beyaz görüntü çalışmasıyla bambaşka bir dünya sunuyor bize. Aldığı Altın Palmiye’yi bu kadar hak eden bir filmi nicedir izlememiştim. İleride adı 2009 ile anılacak birkaç filmden belki de birincisi!

Oyuncular: Michael Kranz, Christian Friedel, Leonie Benesch, Marisa Growaldt, Ulrich Tukur, Susanne Lothar, Mercedes Jadea Diaz, Josef Bierbichler – Görüntü Yönetmeni: Christian Berger – Senaryo ve Yönetmen: Michael Haneke - ****1/2

Hiç yorum yok: