22 Şubat 2011 Salı

Festivalin'in Blogu Açıldı

Bu yıl İstanbul Film Festivali'nin 30. yılı. Festival ekibi de bu yuvarlak sayıyı kutlamak için bir blog açmış, festivalseverlerden anılarını yazmasını istemiş. Ben de boş durmadım, kendi festival hikayemi anlattım.


Tabii benim yazım oldukça mütevazi kaçıyor. Benden büyük olanların anıları daha güzel. Okumanızı tavsiye ederim.

20 Şubat 2011 Pazar

Glee!

Geçen ay Glee Altın Küreler'de En İyi Komedi Dizisi ödülünü alınca izlemek geldi içimden. Çünkü hem ne zamandır yeni bir komedi dizisine başlamamıştım hem de dizinin türü olan müzikal-lise komedisi beni cezbediyordu. Malumunuz, hem müzikalleri severim hem de lise filmlerine hastayımdır (80'ler..................!).

Glee, bize çok yabancı bir kelime. Wikipedia'dan araştırdım, 17. yüzyılda ortaya çıkmış bir şarkı türü. Kiliselerde biraz dramaturji katılarak söylenen şarkı diye özetlenebilir ama tabii, daha derin anlam ve metaforları da var. Bu dizide kullanılan manası ise, liselerde kurulan sahne ile müziği birleştiren bir kareografi ile şov yapan bir koro grubu. ABD'deki çoğu lisede bu kulüpten varmış ve turnuvaları düzenlenirmiş.

Bu dizi ise, Ohio'daki McKinley Lisesi'nde yeni kurulan glee kulübünün maceralarını anlatıyor. Her lise dizisinde olduğu gibi, aşk, entrika, ineklik, ponpon kızlık, popülerlik, eziklik gibi malum konular işleniyor. Açıkçası bu alanın şaheseri olan Freaks & Geeks'in eline su dökemez. Ama neyse ki Glee'nin elinde başka kozlar da var.

Bir kere müzikal bir dizi. Her bölümde en az 5 müzikal sahne izliyoruz ki bunlar gayet çalışılmış, hazırlanılmış sahneler. Gündelik hayata da başarıyla yedirilmiş. Şarkılara da aşinaysanız (çoğunluğu popüler şarkılar veya müzikallerden alınma) gayet eğlenceli oluyor. İzlerken siz de şarkı söylüyorsunuz, rahatlıyorsunuz ki dizi izlemenin bir amacı da budur zaten, rahatlamak.

Bir artısı daha var ki bu da verdiği ana mesaj. Glee kulüplerinin hiç popüler olmadığını öğreniyoruz dizi boyunca (gerçekte de böyle mi, bilmiyorum) ve kulüp daha çok dışlanan kişilerin toplandığı bir yere dönüşüyor. Tekerlekli sandalyeye mahkum Artie, okulda gay olduğunu açıklayan tek kişi Kurt, kekeme Tina, aşırı hırslı ve sevimsiz Rachel, ultra salak Britney, siyah şişko Mercedes birkaçı. Bunlara birkaç popüler öğrenci de ekleniyor ama sonraları onların da kendi sorunları çıkıyor. Mesela okulun en popüler kızı olan, baş ponpon kızı Quinn, dizi başlar başlamaz hamile kalıyor (üstelik bekaret derneği başkanıyken!).

Uzun lafın kısası, dizi bu dışlanmış grubun bir onur mücadelesine de dönüşüyor. Biraz muhafazakar bir mesaj da olsa (zaten Fox'ta yayınlanması buna bir işaret), ne kadar umutsuz da olsanız, hayat ne kadar kötüye de gitse mutlaka bir çıkış yolu vardır deniyor. Bu konu, dizide zaman da bol olduğundan detaylı şekilde işleniyor. Mesela, 1. sezonun 9. bölümü engelliler hakkındaydı ve gayet güzel (sömürüye girmeden) işlenmişti. O bölümdeki 'Imagine' şarkısı efsanedir mesela. (en alta Youtube videosunu koydum)

Ben diziyi fena halde sevdim. Çok iyi değil belki, yer yer oldukça da klişe. Bilhassa 2. sezon klişeye daha da yaslandılar ve gittikçe de artacağa benziyor. Ama çok eğlenceli. Komik, bazı zaman zeki, duygusal ve şarkılarla dolu.




13 Şubat 2011 Pazar

Ayrımcılık Üzerine (Gentlemen's Agreement)

Ne yazık ki artık klasik filmlere gerektiği önemi veremiyorum. Üniversitedeyken yeni film izlediğim kadar da eski yapımları seyrederdim. Artık çok az canım ister oldu.

Neyse ki bugün evden çıkmadım. İzlediğim 2 yeni filmin ardından bir de klasik izleyeyim, dedim ve Gentlemen's Agreement'ı izlemeye başladım. Film Elia Kazan tarafından çekilmiş bir stüdyo filmi. Baş rolde de eskilerden en sevdiğim oyuncu olan (bunda Killing the Mockingbird'ün etkisi muhakkak vardır) Gregory Peck vardı. Ama açık söylemek gerekirse, film hakkında 1948'de En İyi Film Oscar'ını alması dışında bir şey bilmiyordum.

Film, ünlü bir makale yazarının New York'a oğlu ve annesiyle taşınmasıyla başlıyor. Karısı bir süre önce ölmüş. Yeni bir hayata başlamak istiyor. Yeni dergisinin editörü, ondan farklı bir konu hakkında çalışmasını istiyor: Anti-semitizm hakkında bir yazı dizisi. Yazarımız önce yazacak bir şey bulamıyor, nereden başlayacağını bilemiyor. Sonra aklına bir fikir geliyor: Yeni geldiği bu şehirde kendini herkese Yahudi olarak tanıştırıyor. Böylece bir süreliğini de olsa onların bakış açısına sahip olmayı başarıyor ve yazısını bu açıdan kaleme alıyor.

Yaşadığı olayları filmi seyrederseniz kendiniz izlerseniz ama çok çarpıcı bulduğumu itiraf etmeliyim. Film, çok kaliteli olmasının yanında (senaryosu bence harika) konusunun çarpıcılığı dışında onu klasik olmaya itecek fazla bir özelliği yok. Ama konusunu öyle bir seçmiş ki, iyi yazılmış bir senaryoyla ve Kazan gibi usta bir yönetmenin elinde, 2 saat gözlerinizi ayırmadan izliyorsunuz, 2011 yılında olmamıza rağmen. İşte bir filmi, klasik yapan ilk özellik budur.

Filmi izlerken çeşitli şeyler düşündüm. Filmin konuya bakış açısının gayet çarpıcı olması da bu düşüncelerimi arttırdı. Film diyor ki:

"Evet, anti-semitizme lehte olan veya olmayan birçok insan var. Ama esas sorun onlar gibi gözükse de bir de aradakiler var. Yani aslında aleyhte gözüküp, lehte olanların yanında susanlar veya lehte gibi davrananlar. Bu insanlar da aslında aleyhtedir."

Olaya bu açıdan bakabilmek gerçekten çok farklı oldu, kendi adıma. Hele günümüzdeki ikiyüzlü dünyanın içinde olaylara bu açıdan bakmak çok yararlı olur. Ben burada 'Anti-semitizm' konusuna girmeyeceğim. Bu konu beni fazlasıyla aşar. Ben olaya daha genel, daha bildiğimiz konulardan bakmaya çalışacağım.

Şimdi olaydaki 'Anti-semitizm' sıfatını atalım. Sonuçta filmdeki yazarın ilgilendiği konu ayrımcılığın bir türü. Başka türler için de kafa yoralım.

İlk olarak 'engelli olma' aklıma geldi. Bir engelli olarak hayatım boyunca yaşadığım bir ayrımcılık söz konusu, her gün de yaşamaya devam ediyorum, her alanda da karşıma çıkıyor. Bilhassa Türkiye'de engelli bilinci yerleşmediğinden bir sürü sorun yaşıyorsunuz. Eğitimsiz insanların yaptığı uygulamalara bir süre sonra alışsanız da esas canınızı yakan bu bilinci bir şekilde bilen insanların bilerek veya bilmeden bu ayrımı yapması. Mesela bir öğretmeninizin size karşı negatif yaklaşımı (böyle bir Almanca hocam vardı, anneme "Ben bu çocukla ne yapayım?" demiş, annem de şoke olmuş). Bir şekilde bu bilince sahip biri bile, ummadığınız yerde tam tersi bir kararda/harekette bulunabiliyor.

Yada daha popüler bir konu olsun: Kürt sorunu. Şu an Türkiye'de yaşayan herkesin olay hakkında eksik, yanlış veya çarpıltılmış bile olsa bir fikri var. Kürt karşıtı olanlar var. Çevremden de gayet biliyorum. Ama bunun yanında ister politik anlamda ister popülist manada isterse can-ı gönülden Kürt-Türk kardeşliğini savunan, ona hak veren ve bunu çeşitli platformlarda söyleyen insanlar var. Acaba bunlardan kaç kişinin bir Kürt arkadaşı var veya kaçı böyle bir arkadaşa sahip olmak ister (yada denk gelse kaçmaz diyelim), kaç kişi olay ciddiye binince gerçekten bu ayrımcılığın karşısında yer alır? Bunlar ciddi sorular. Çoğu insan da bu ikiyüzlü yaklaşımın farkında ama bir şekilde bu soruları cevaplamaktan kaçınıyorlar.

Ayrımcılığın türü ne olursa olsun; homofobi, kadın karşıtlığı, ırkçılık, dini ayrımcılık, mezhep farklılığı, vb.; bunların hepsi sonuçta aynıdır. Hepsi insanları kategorileştirmeye, sınıflara ayrılmaya, taraf tutmaya ve daha da basiti önyargıya sebebiyet verir. Ben bir insan olarak, herkese önce insan olarak yaklaşmak isterim. Taşıdığı sıfatlar (cinsiyet, yaş, dil, din, ırk, fiziksel özellik,vb.) beni alakadar etmemeli. Ama ne yazık ki ben de bazen çeşitli önyargılarla insanlara yaklaşıyorum. Herkes gibi ben de kendimi değiştirmeye çabalamalıyım, önyargılarımdan, at gözlüklerimden kurtarmalıyım. Önyargısız bir dünya kesinlikle daha mutlu bir dünya olacaktır.

6 Şubat 2011 Pazar

Aşk Tesadüfleri Sever

Aşk filmi takıntımı, beni tanıyanlar bilir. Ne kadar klişe de olsa izlerim. Mesela bazıları vardır, buram buram klişedir ama güzel bir ritim ve damar yakalarsa sıkmadan hatta keyifle kendini izletir. Mesela Notting Hill, benim için çok önemlidir, klişe olsa da.

Issız Adam'la birlikte batılı manada aşk filmleri modası bizde de başladı. Artık her sezon birkaç yapım mutlaka görüyoruz. Bunlardan birkaçını izlemeye çalışıyorum. Hem iyi bir film çıkar ümidimden hem de Türk Sineması'nın desteklenmesi gerekliğinden. (İyi bir Türk filmine mutlaka para vermeyi kendime borç edindim, ya sinemada ya orijinal DVD'si ile)

Bu filmimiz de o kotadan radarıma girdi. Parayı verip izledim. Sonuca geçmeden bir yönetmene bakalım isterseniz:

Ömer Faruk Sorak, başarılı bir klip yönetmenidir. Vizontele, GORA ve Yahşi Batı ile star odaklı filmler çekmiş ve kendinden bir şey katmamıştır. İlk defa Sınav ile kendi istediğini yapmış, klişe de olsa eli yüzü düzgün bir gişe filmi yapmıştı. (Filmden bir tek harika soundtrack albümü kaldı!)

O yüzden filmin oldukça klişe olacağını baştan biliyordum. Haksız da çıkmadım. Film, baştan sona klişe. Ama filmin arızası bu değil. Bunu başarıyla yönetse, gayet güzel bir film yapılabilirdi mesela.

Ama film, rengini seyirciyle ısrarla belli etmek için can attığı için kendini zedeliyor. O kadar abartılı sahneler var ki...

Ama yine de hoş görülebilir. Fazla pişmiş bir yemeğe benzeyen bu haliyle kalsa 'keyifli bir film' yorumunda bulunabilirdim. Çünkü gerçekten seyircisini sıkmıyor, temposunu da koruyor, amacını da hiç kaybetmiyor.

Ne yazık ki son 10 dakikaya bu duyguyla giren bendeniz, o son 10 dakika yüzünden filme kötü diyorum artık. Daha da ilginci ne biliyor musunuz? Filmi, layığıyla bitirmek gayet kolayken, işi zora sokup batıran yönetmenin ve senaristin ta kendisi.

Filmin müzik albümü çok iyi. Alıp dinleyin, pişman olmazsınız.

Biutiful

Bir film düşünün, yönetmeni Inarritu, başrol oyuncusu da Javier Bardem. Bu iki bilgi bile filmi izlemenize yeter!

Ben de merak edip filme gittim. Gayet güzel pesimist bir hayat filmi. Diğer manasıyla, hayatın tüm karamsarlığını tüm çarpıklığıyla anlatan ve anlatırken de sinemayı başarıyla kullanan bir film. Eğer gerçek bir film izlemek cidden hoşunuza gidiyorsa, sinemadan hoşnutsuz ayrılmanız olası değil. Ama diğer türlü, "Ben oyuncuya bakarım.", "Hafif aksiyon da olsun." yada "Kardeşim, cuma akşamı da böyle film izlenir mi?" (Bu cümleyi şahsen duydum) diyen gruptaysanız hiç bulaşmayın.

Sadece ana detaylara gireceğim: Filmin en önemli olayı Bardem, Inarritu'nun bile önünde (ki bu, filmi zedeliyor denebilir). Bardem son yılların en iyi performanslarından birini veriyor. Sırf onu izlemek için bile bu film izlenir. Olağanüstü bir performans, Colin Firth ile James Franco yanına bile yaklaşamaz bunun.

Bir de yönetmeni var filmin, Inarritu. Bence gayet güzel çekmiş, Ameros Perros'u yakalayamasa da. Ama mesela iki sahnesi var filmin, özgünlük arayanlar defalarca izleyebilir. İlki Barcelona sokaklarındaki kovalamaca, ikincisi de disco sahnesi. Ben ikinci sahneyi ağzım açık izledim. Hele sahnenin bitiminde Bardem'in, bardaki kadınlardan biriyle bir diyoloğu var ki sinema tarihine geçebilir.