9 Nisan 2011 Cumartesi

Festival Günlükleri - 2

2. günlüğü biraz rötarlı yazdığımdan sadece filmler üzerine olacak. Bu sefer 2 günde gittiğim 3 filmi ele alacağım.

Narayama Türküsü (Narayama-Bushi ko) 1983 yapımı bir Japon filmi. Aynı yıl Cannes'da Altın Palmiye almış. Büyük ihtimalle 84'te de festivalde gösterilmiş. 30. yıl şerefine de yeniden programa alınmış ki ben de fırsat bulup izledim. Birkaç yerde adını duymuştum lakin hiç izlemek aklıma gelmemişti. Festival vesile oldu.

Shohei Imamura'nın yönettiği film, natüralizmin başarılı bir örneği. Belki de bir başyapıt ama açıkçası ben öyle bir tat almadım. İzlediğime memnun oldum çünkü farklı bir film ve bu farklılığını sinematografik açıdan başarıyla filme de yedirmiş. Hayran kalmamak elde değil yani.

Film, ana yerleşimlerden uzak bir Japon köyünde yaşlı bir kadın olan Orin'in yılını anlatıyor. Böylelikle hem Japon köy yaşantısını gözlemliyoruz, hem yaşlı-genç kavramı üzerine düşünüyoruz. Bu açıdan bile önemli bir film. Bir de bunları natüralizmle harmanlaması var. Kamera tüm olaylara gayet tarafsız, bir belgesel kamerası gibi. Böylelikle filmdeki tüm sahneleri sanki doğalmışçasına seyrediyoruz. Benim daha önce pek şahit olmadığım farklı bir anlatı. (Şimdi bakınca biraz Ray Andersson'un filmlerine benzettim ama o filmler 2000'lerde) Üstelik araya çekinmeden, gerçek doğa görüntüleri de koymuş (yılanın fareyi yemesi gibi), çektiğinin doğal olduğunu ispat edercesine.

Bu filmin üstüne Julian Schnabel'in yeni filmi Miral'i izledim. Politik bir eser, tamamen. Gerçek bir öykü. Senarist Rual Jebreal'in otobiyografik öyküsü, yalnız kendi adını değiştirmiş, bir çiçek adı koymuş kendine.

İsrail'de doğan Filistinli bir kızın, annesinin, halasının ve hocasının çarpıcı öykülerini izliyoruz. Böylece İsrail'in tarihine ve oradaki olayların bir kısım sebeplerine de göz atıyoruz. Doğal olarak feminist düşünceyi, o zor coğrafyada kadının adını da öne çıkaran bir film. Bilhassa Miral'ın hocası Hind'in hikayesi yürek burkucu ve ibret verici. Bizim Kardelenler kampanyası aklıma geldi hemen. Ama Bayan Hind tam 63 yıl önce bu kampanyayı Kudüs'te gerçekleştirmeyi başarmış ve o okulun hala açık olması sadece oradaki insanlar için değil, tüm insanlık adına gurur verici. Bir bakıma da bizim Kardelenler (ve Baba Beni Okula Gönder) kampanyamızın ne kadar geç başladığını da görüp içleniyor insan.

Bir film olarak yeni bir şey söylemese de sadece gösterdikleri uğruna herkesin izlemesini salık veriyorum.

2 gün sonra, akşamleyin hoş bir Fransız komedi-dramına gittim. Adı Küçük Beyaz Yalanlar (Les Petits Mouchoirs). Yıllardır beraber olan bir arkadaş grubunun bir ayına odaklanıyor film. Grup içi dinamikler, hayatın bireye etkileri, çevresel faktörler bu filmin ana etmenleri. Bu etmenlerin de başta arkadaşlık vefası ve sevgisi olmak üzere bir sürü açılımı var.

2.5 saati aşkın süresiyle yönetmen Guillaume Canet, günümüz insan ilişkileri hakkında bayağı bir şey söylemek istemiş. Kısmen de başarmış. Lakin filmin popülerleştirilmesi uğruna (2010'un Fransa gişe rekortmeni bu arada) sürenin uzatılması gereğinden çok fikirle birleşince, film çorbaya dönüşmüş ve değinmek istediği çoğu şey yüzeysel kalmış. Mesela tam da bu konuyu başarıyla peliküle döken Amerikan İmparatorluğunun Çöküşü (Le Déclin de L'empire Américain)'nü mutlaka izlemenizi öneririm. Favori filmlerimdendir.

Ama ortada son derece keyifli, akıcı ve güldürmeyi başaran bir film var. Değindiği konular hakkında düşünmek için birebir.

Hiç yorum yok: