24 Nisan 2011 Pazar

Festival Günlükleri - 4

1 hafta geçse de festivalin kendi adıma en uzun süren gününü anlatmaya başlayabilirim. Festivali bitirirken tam bitirmek istedim ve tam 4 filmlik bir program hazırladım. Buyrun şimdi bakalım sırayla:

Ingmar Bergman, beni koltuğuma çivileyen ilk yönetmendir. Nispeten en iyileri arasında yer almasa da ustalık dönemi yapıtlarından olan Höstsonaten (Güz Sonatı), beni mahveden ilk filmdi. O günden beri Bergman'a derin saygılarımı sunarım. O yüzden festivalde Bergmanya'ya Yolculuk adında bir belgesel gördüğümde hemen bilet aldım. Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş'un çektiği bu belgesel, ikilinin Bergman'ı daha iyi anlamak ve saygılarını sunmak için yaptıkları İsveç seyahatini belgeleştiriyor. Son derece kişisel ve amatör bir belgesel. Zaten izlenebilirliğini bu amatörlüğüne ve Bergman sevgisine borçlu. Bergman'ı bilmeyen birinin bu filmi izlemesi işkence olur. Bergman-severler içinse hoş bir seyirlik.

İkinci filmim, Kanada yapımı vasat bir polisiye. Ed-Gass Donnelly'nin yönettiği Small Town Murder Songs, senaryosunun yavanlığının ceremesini çekiyor. 'Katil kim?' sorusunun cevabı filmin ilk 10 dakikasında belli olunca geriye tek gizem kalıyor: Polis komiserimizin geçmişindeki sır ne? O da son derece yavan bir yere bağlanınca film hakkında konuşacak şey kalmıyor ve salondan büyük bir hayal kırıklığıyla ayrılıyorsunuz.

Üçüncü filmim, 2000'deki festivalin en konuşulanlarından. Terence Davies'in kostümlü draması The House of Mirth (Keyif Evi), 19. yüzyılın sonlarında geçiyor. Burjuvazinin yeni yeni burnunu soktuğu New York aristokrat sınıfında genç bir kadınının, kendi hayatını yaşamak istemesi uğruna yavaş yavaş çökmesi anlatılıyor. Böylelikle hem güzel bir sınıf eleştirisi yapıyor hem de kadının sınıf çatışması içinde boğuluşunu gösteriyor. Ama bunu son derece ağdalı yaparak etkisini yavaşlatıyor ve emsallerinin bir adım gerisine düşüyor. Ayrıca filmin, X-Files dizisinin Scully'si olarak tanınan Gillian Anderson'un bildiğim tek başarılı performansını barındırdığını söylemem gerek.

Festivalde izlediğim son film, aynı zamanda en iyi filmdi. Bu yılın başında Berlin'de Altın Ayı kazanan İran yapımı Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader az Simin), harikulade bir sinema örneği. Film, kızlarının geleceği için yurt dışına çıkmak konusunda anlaşmazlık yaşayıp boşanmaya karar veren bir çiftin birkaç gününü anlatıyor. Filmin erdemi, olayları son derece doğal betimleyebilmesi ve bunu sinemasal olarak yansıtabilmesi. Gündelik hayatta karşılaşılan küçük olayların hayatları nasıl değiştirdiğinin altını çizmesi ve çizerken asla abartmaması, olaya çeşitli açılardan bakabilmesi ve tüm açılara eşit mesafede durabilmesi. 2011 yılında böyle bir film izleyebilmek beni çok sevindirdi. Damakta çok değişik tatlar bırakan enfes bir film. Şimdiden 2011'in en iyilerinden diyebiliriz.

Hiç yorum yok: