12 Ocak 2009 Pazartesi

Il y a Longtemps que je T'aime (I've Loved You So Long)

Bir filmi izlemeden önce minimum bilgi almak isterim. Yönetmeni ve ekibi bana yeter. Varsa adaylıkları ve ödüllerini de göz önüne alırım. Belki konuyu okurum ama hemen aklımdan silmeye çalışırım, eğer izleyeceksem. Hele fragmanını hiç izlemek istemem. Zaten izlemeyi düşündüğüm filmin eleştirisini asla okumam.

Çünkü film zaten sana derdini kendi başına anlatabilmelidir. Anlatamıyorsa sorun vardır zaten. Anlatıyorsa da bunu önceden bilmek filmden alacağın zevki bozabilir.

Il y a Longtemps que je T’aime (I’ve Loved You So Long) işte tam böyle bir film. Filmin ana meselesini 20. dakikada öğreniyorsunuz. O ana kadar olaylar tam muamma. Bir kadın, ablasını havaalanında karşılıyor. En az 10 yıldır görüşmemişler. Eve geliyorlar, çocuklara uzun bir yolculuk yalanı söyleniyor. Abla çok suskun, yüzü de hep asık. Kadının kocası da olaydan rahatsız, belli oluyor. Ama esas olaydan bahseden yok! Ne zaman abla karakola uğruyor, hapisten yeni çıktığını öğreniyoruz. Buna rağmen, esas meseleden yani ablanın hapse girme sebebinden daha 10-15 dakika bahsedilmiyor ki filmin ana iskeleti bu olay üzerine kurulacak.

Şimdi siz filmin konusunu okursanız 25. dakikaya kadar öğrenmemeniz gereken o mühim meseleyi bilerek başlayacaksınız filme. Galiba kendimi ifade edebildim sonunda. Eğer bu şekilde başlarsanız filme, o 25 dakika size bir şey ifade etmeyecek ve sıkılacaksınız. Oysa ben o süreyi pür dikkat izledim.

Şimdi filmi irdelemeye başlayabiliriz. (O mühim olayı şimdi yazacağım, izleyecekseniz yazıyı okumayı bırakın!) Film, Juliette Fontaine adında 6 yaşındaki oğlunu öldürdükten sonra 15 yıl hapis yatmış bir kadın hakkında. Juliette olaydan sonra hiçbir şekilde neden öz oğlunu öldürdüğünü söylememiş. 15 yıl sonra sosyal hizmetler tarafından kız kardeşinin yanına yollandığında da yine hiçbir şey söylemiyor. Hayata inancını kaybetmiş biri o. Her hareketini sırf yapması gerektiği için yaptığı çok bariz. Yapılan her hareketi kendi üzerine alıyor ama yine de ağzını açmıyor. Herkes onu yargılasa da o mahkum olmaya zaten razı olmuş çoktan.

İlk filmini çeken Philippe Claudel, nesnel bakış açısıyla takdir topluyor öncelikle. Ne Juliette’in yanında ne de karşısında yer alıyor. Toparlanma sürecini elinden geldiğince sade olarak yansıtıyor perdeye. Filmde çok tatlı bir gerilim oluşturuyor. ‘Oğlunu neden öldürdüğü?’ sorusunun gerilimi bir an olsun yakamızdan düşmüyor. Kimi anlarda bu gerilim zirve yapsa da (partideki “Juliette nereden çıktı?” oyunu gibi) finale kadar hiç açık vermeden gizemini koruyor. Zaten filmin kaderini de final belirliyor.

Kristin Scott Thomas’ın Juliette performansı olağanüstü. Tahmin ediyorum ki dün gece Kate Winslet’i en çok zorlayan adaydı (ki Winslet de duygu olarak çok benzeyen bir performansla Altın Küre’yi kaptı). Başta Elsa Zylberstein olmak üzere diğer oyuncular da gayet yerinde performanslar göstermişler. Ama esas olay Claudel’in hikaye kurgusu ve bunu perdeye yansıtışında. Etkilenmemek elde değil.

Amelie’den beri bir Fransız filminden bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Bir sinema olayı!

Oyuncular: Kristin Scott Thomas, Elsa Zylberstein, Serge Hazanavicius, Laurent Grévill, Jean-Claude Arnaud, Olivier Cruveiller, Lise Ségur – Görüntü Yönetmeni: Jerome Alméras – Müzik: Jean-Louis Aubert – Yazan ve Yöneten: Philippe Claudel - ****1/2

Hiç yorum yok: