Şüphe, şüphe duymak, şüphelenmek! Hepimizin hissettiği bir duygu, hatta bir içgüdü. Bazen durup dururken içimize bir kuruntu düşer, meraklanırız. “Acaba?” dorusu içimizi kemirip durur.
Doğal bir his değil mi şüphe? Oysa dünyanın iki önemli kurumu, bu duygu adına saptamalarda bulunmuş. Diğer bir deyişle duygunun doğallığına karışmış, onu doğallıktan çıkarmış, kontrol altına alınmasını istemiş.
Bu kurumlardan biri dünyadaki gelmiş geçmiş ve gelecek en sağlam kurum: Din kurumu. Din kurumu demiş ki din hakkında şüphe duymayacaksın! Kafanda en ufak kuşku olmayacak! Birebir dogmalara inanacaksın!
Diğer kurumsa 17. yüzyıldan sonra atağa geçmiş bir kurum: Bilim kurumu. Bu kurum ise şüpheyi başının tacı etmiş! Bilimin ana şartını şüphe olarak belirlemiş! Bilim adamlarına kendilerinden bile şüphe duymayı öğütlemiş!
İşte 20. yüzyıla kadar, hatta 2. yarısına kadar şüpheye sadece bu iki açıdan bakılmış. Bu tarihten sonra ise bu iki köklü kurumu bile geride bırakacak şekilde, şüpheye fazladan anlamlar yüklenmeye başlanmış. Bugün neredeyse tüm insanlığın ana düsturu “Babana bile güvenme!”mek. Böyle bir ortamda şüphe, yaşamın temel duygularından biri olmuş. Oysa eskiden sadece dini ve bilimsel konularda şüphe edilirdi. Günümüzde ise en basit konuda bile şüphe duymamak bir zayıflık belirtisi!
Peki günümüzün bu temel duygusunun, iki ana kuruma izdüşümü ne olacak? Bilimsel açıdan daha yararlı olduğuna şüphem yok! Her şeyden şüphe duyan insanlığın, bilimden de kaçınılmaz olarak şüphe duyacağı çok mantıklı bir önerme. Lakin dini açıdan işler biraz karışıyor. Her şeyden şüphe duyarken, dininden (inancından) şüphe duymamak ne kadar mümkün olabilir?
İşte bu mühim ikileme Doubt değiniyor. Kesin bir cevap vermiyor, veremez de çünkü basit bir ikilem değil önümüzdeki, neredeyse bir paradoks. Bir Katolik okulunda iki rahibenin rahiplerinden şüphe duymalarını anlatıyor film. Olayları olduğu gibi anlatmayı tercih ediyor, herhangi bir yorumda bulunmadan. Lakin yorumda bulunmasa da sizi düşünceye sevk ediyor. Güç, şüphe ve din kavramlarından sizin şüphe etmenizi sağlıyor.
John Patrick Shanley’in kendi oyunundan bizzat uyarladığı ve yönettiği film, esas olarak yarattığı şüpheden destek alıyor. Filmin sonunda da sonuca bağlamayarak şüpheyi güçlendiriyor. İkincil olarak, 4 oyuncusunun verdiği olağanüstü performanslardan güç alıyor ki bu 4 performans da birer Oscar adaylığıyla ödüllendirildi. Şahsi görüşüm bu 4 adaylıktan gecede sadece Amy Adams’ın ödüllendirileceği. Bunun sebebi diğerlerinden üstün olması değil, Oscar’ın gayri-resmi kuralları ve dallardaki rakiplerinin durumu.
Doubt, tiyatroyu ve klasik tiyatro uyarlamalarını sevenlerin çok hoşuna gidebilecek bir film. Ayrıca değişik konularda, bilhassa dini konularda düşünceye (şüpheye) sevk eden filmleri seven kesime de zevk verebilir. Ama diğer seyircilere bu yavaş tempolu filmi pek tavsiye etmem. Ben ise çok beğendiğimi söyleyebilirim, rahatlıkla ‘En İyi Film’ adayları arasına girmeliydi.
Oyuncular: Meryl Streep, Philip Seymour Hoffman, Amy Adams, Viola Davis, Alice Drummond, Audrie J. Neenan, Joseph Foster – Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins – Müzik: Howard Shore – Senaryo: John Patrick Shanley (kendi oyunundan) – Yönetmen: John Patrick Shanley - ****
Bana göre 'entel' kelimesi her şeyi bildiğini zannedip aslında hiçbir şey bilmeyen kişiyi ifade eder ve böyle biri olsa olsa sayıklayacağından; bu site de bir entelin sayıklamalarından oluşur. Entel benim, yazılar da yazıldığı anda aklıma gelen uçuk kopuk ifade biçimleri. Yine de okursanız memnun olurum.
24 Ocak 2009 Cumartesi
23 Ocak 2009 Cuma
Nick and Norah's Infinite Playlist
Sinema büyüleyici bir deneyim. Siz ne kadar film izlerseniz izleyin, öyle bir film geliyor ki karşınıza sanki sinemayı yeniden keşfediyormuşsunuz gibi hayranlıkla izliyorsunuz. En son Issız Adam’da böyle bir deneyim yaşamıştım. Kendinizi kaybediyorsunuz. O süre boyunca koltuklar, diğer seyirciler, hatta aradaki hava bile ortadan kalkıyor. Gözünüz kamera oluyor. Öylece tüm film akıp gidiyor. Gerçekten fizik kanunlarıyla açıklanamayacak bir deneyim. İşte ancak böyle bir filmde, sinema bir büyü haline geliyor!
Aslında izlediğimiz klasik bir romantik-komedi, gençlik filmiyle harmanlanmış. İki türün de tüm kurallarını harfiyen uygulayan, bu açıdan bakınca biraz hayal kırıklığına uğratan, bir yapı söz konusu. Ama bu kuralları o kadar şirin uyguluyor ki, defalarca izleseniz bile, kalbiniz eriyiveriyor. Ayrıca doğru noktalarda vurgu yapması, destekleyici unsurlara da sahip olması filme önemli artılar getiriyor. Destekleyici unsurlardan biri olan samimi, akılda kalıcı diyaloglar konusunda çok cömert mesela. Sayabileceğim bir sürü sahnede gayet zeki diyaloglarıyla aklınızı başınızdan alıyor. Tabii filmin ana elementinin müzik olması ve müziği tüm film boyunca kararında ve zekice kullanması diğer bir özelliği (akıllara High Fidelity’yi getiriyor).
2000’lerin (on yıl olarak) ‘ineklere (geek) övgü’ filmlerinin tavan yaptığı bir zaman dilimi olduğu da çok açık. Değişen zamanla ve onun getirdiği bilinçle ‘dış güzelliğinin çok da önemsenmediği’ bir on yıl yaşıyoruz. Artık gençlik filmlerinde ponpon kızları aptal kız durumunda! Futbol takımının/dans grubunun lideriyse dangalak etiketine sahip! Her ne kadar batılı terimlerle konuşsak da ülkemizde de geçerliği olan bir olgudan bahsediyorum. ‘Tiki’, ‘ciks’, vb. kelimeler bile bunun bir uzantısıdır. Artık devir sıradan, makyajsız, estetiksiz, sade kişinin devri, yani gerçekliğin devri. Dış dünyada o kadar fazla maske görüyoruz ki hiç olmazsa kız/erkek arkadaşımızda gerçeği arıyoruz. 2000’den beri bu düşünceyi perdeye yansıtabilen yapımlar izliyoruz. Aklımda yer edinenler Freaks and Geeks (dizi), Knocked Up, Juno ve Clerks II.
Zaten geçen yıl Juno, küçük çaplı bir başarı yaratmıştı. Bu stilin tavan yapması bile sayabiliriz onun aldığı ‘En İyi Özgün Senaryo Oscarı’nı. Yine de Juno, ana karakteri Juno üzerine yoğunlaşarak komediye ağırlık veriyordu, böylece erkek arkadaşıyla paylaştığı duyguları ikinci, hatta üçüncü plana atıyordu. Nick and Norah’s Infinite Playlist’te ise esas olan ikili arasındaki duygular. (Bu arada iki filmde de erkeği Michael Cera’nın oynaması ilginç bir ayrıntı.) Bu filmde ortada bir bebek yok, dolayısıyla bunun (yani ikili hariç bir ana unsurun) getirdiği yan karakterler ve olaylar yok. Bu durumda film, direkt Nick ile Norah arasındaki ilişkiye odaklanabiliyor ve filmi (bence) Juno’dan bir adım öne götüren öğe de tam olarak bu.
Tabii ki Nick rolünde Michael Cera ve Norah’da Kat Dennings’in rollerine çok yakışması ve aralarında çok iyi bir elektrik oluşması da filmin kalitesini arttıran unsurlardan. Ayrıca gençlik filmi etiketiyle gelen eğlenceli yan karakterler (Nick’in gay bandi ve Norah’ın sarhoş kız arkadaşı) ve yan öyküler filmin su gibi akmasını sağlıyor. Romantik gerilimin getirdiği yoğunluğa ketler vurarak öykünün nefes almasını sağlıyorlar.
Şahsen ben defalarca izleyebileceğim bir film daha bulmaktan fena halde sevinçliyim. Böyle kaliteli rom-kom’lar bulmak günümüz tüketim toplumunda o kadar zor ki bulunca ekstradan çölde su bulmuş gibi seviyorsunuz. Filmin diğer bir artısı topluca izlemeye gayet uygun ve bilumum geyiğe kaynaklık edecek potansiyele sahip olması.
Ben tavsiyem mutlaka izlemeniz lakin sizin bünyenizde nasıl bir etki yapar inanın, hiçbir fikrim yok (zaten umurumda da değil). Benim bünye şu an mutluluk hormonundan tavana vurmuş halde!
Oyuncular: Michael Cera, Kat Dennings, Aaron Yoo, Rafi Gavron, Ari Graynor, Alexis Dziena, Jonathan B. Wright, Zachary Booth, Jay Baruchel – Görüntü Yönetmeni: Tom Richmond – Müzik: Mark Mothersbaugh – Senaryo: Lorena Scefaria (Rachel Cohn ve David Levithan’ın romanından) – Yönetmen: Peter Sollett - ****1/2
Aslında izlediğimiz klasik bir romantik-komedi, gençlik filmiyle harmanlanmış. İki türün de tüm kurallarını harfiyen uygulayan, bu açıdan bakınca biraz hayal kırıklığına uğratan, bir yapı söz konusu. Ama bu kuralları o kadar şirin uyguluyor ki, defalarca izleseniz bile, kalbiniz eriyiveriyor. Ayrıca doğru noktalarda vurgu yapması, destekleyici unsurlara da sahip olması filme önemli artılar getiriyor. Destekleyici unsurlardan biri olan samimi, akılda kalıcı diyaloglar konusunda çok cömert mesela. Sayabileceğim bir sürü sahnede gayet zeki diyaloglarıyla aklınızı başınızdan alıyor. Tabii filmin ana elementinin müzik olması ve müziği tüm film boyunca kararında ve zekice kullanması diğer bir özelliği (akıllara High Fidelity’yi getiriyor).
2000’lerin (on yıl olarak) ‘ineklere (geek) övgü’ filmlerinin tavan yaptığı bir zaman dilimi olduğu da çok açık. Değişen zamanla ve onun getirdiği bilinçle ‘dış güzelliğinin çok da önemsenmediği’ bir on yıl yaşıyoruz. Artık gençlik filmlerinde ponpon kızları aptal kız durumunda! Futbol takımının/dans grubunun lideriyse dangalak etiketine sahip! Her ne kadar batılı terimlerle konuşsak da ülkemizde de geçerliği olan bir olgudan bahsediyorum. ‘Tiki’, ‘ciks’, vb. kelimeler bile bunun bir uzantısıdır. Artık devir sıradan, makyajsız, estetiksiz, sade kişinin devri, yani gerçekliğin devri. Dış dünyada o kadar fazla maske görüyoruz ki hiç olmazsa kız/erkek arkadaşımızda gerçeği arıyoruz. 2000’den beri bu düşünceyi perdeye yansıtabilen yapımlar izliyoruz. Aklımda yer edinenler Freaks and Geeks (dizi), Knocked Up, Juno ve Clerks II.
Zaten geçen yıl Juno, küçük çaplı bir başarı yaratmıştı. Bu stilin tavan yapması bile sayabiliriz onun aldığı ‘En İyi Özgün Senaryo Oscarı’nı. Yine de Juno, ana karakteri Juno üzerine yoğunlaşarak komediye ağırlık veriyordu, böylece erkek arkadaşıyla paylaştığı duyguları ikinci, hatta üçüncü plana atıyordu. Nick and Norah’s Infinite Playlist’te ise esas olan ikili arasındaki duygular. (Bu arada iki filmde de erkeği Michael Cera’nın oynaması ilginç bir ayrıntı.) Bu filmde ortada bir bebek yok, dolayısıyla bunun (yani ikili hariç bir ana unsurun) getirdiği yan karakterler ve olaylar yok. Bu durumda film, direkt Nick ile Norah arasındaki ilişkiye odaklanabiliyor ve filmi (bence) Juno’dan bir adım öne götüren öğe de tam olarak bu.
Tabii ki Nick rolünde Michael Cera ve Norah’da Kat Dennings’in rollerine çok yakışması ve aralarında çok iyi bir elektrik oluşması da filmin kalitesini arttıran unsurlardan. Ayrıca gençlik filmi etiketiyle gelen eğlenceli yan karakterler (Nick’in gay bandi ve Norah’ın sarhoş kız arkadaşı) ve yan öyküler filmin su gibi akmasını sağlıyor. Romantik gerilimin getirdiği yoğunluğa ketler vurarak öykünün nefes almasını sağlıyorlar.
Şahsen ben defalarca izleyebileceğim bir film daha bulmaktan fena halde sevinçliyim. Böyle kaliteli rom-kom’lar bulmak günümüz tüketim toplumunda o kadar zor ki bulunca ekstradan çölde su bulmuş gibi seviyorsunuz. Filmin diğer bir artısı topluca izlemeye gayet uygun ve bilumum geyiğe kaynaklık edecek potansiyele sahip olması.
Ben tavsiyem mutlaka izlemeniz lakin sizin bünyenizde nasıl bir etki yapar inanın, hiçbir fikrim yok (zaten umurumda da değil). Benim bünye şu an mutluluk hormonundan tavana vurmuş halde!
Oyuncular: Michael Cera, Kat Dennings, Aaron Yoo, Rafi Gavron, Ari Graynor, Alexis Dziena, Jonathan B. Wright, Zachary Booth, Jay Baruchel – Görüntü Yönetmeni: Tom Richmond – Müzik: Mark Mothersbaugh – Senaryo: Lorena Scefaria (Rachel Cohn ve David Levithan’ın romanından) – Yönetmen: Peter Sollett - ****1/2
21 Ocak 2009 Çarşamba
Zaman Kavramı ve Hayatıma İzdüşümü
Zaman dediğimiz kavram inanın çok garip. Tanımlar yetmiyor açıklamaya. Bir zaman biriminin açıklamasını mutlaka görmüşünüzdür mutlaka bir yerlerde. Çok detaylı bir tanımdır, diğer temel birim tanımlarına hiç benzemez.* Keza zamanın algılanışı bambaşka bir olaydır. Günümüze kadar kaç aklı başında bilim adamı kafa yormuştur üzerine bilinmez ki delileri hiç saymıyorum. Bir süre önce ‘kum saatindeki zaman akışı’ diye bir kavram duymuştum mesela, beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtan yanı okuyunca saçma gelse de hayata inanılmaz şekilde ‘cuk’ oturmasıydı.**
Şahsi hayatlardaki zaman akışları da değişkendir nitekim. Çocukluk genelde yavaş geçer mesela. Büyüdükçe de akış hızlanır. Bir bakarsın, lise bitmiş! Diğer göz açışında üniversite mezunusun! Ama aralarda geçen bazı zaman dilimlerinde akış hızı değişebilir. Aşık olursun mesela, ışık hızıyla zaman geçer. Hemen ardından terk edilirsin, saniyeler geçmez olur.
Ben de son 6 ayıma baktığımda yavaşlayan bir debi görüyorum. Çocukluktaki gibi hissederek geçti zaman. Her saniyesini belledim sanki. Bu saptamayı negatif manada yapmadım, bazı koşullarda gerekli bile olabilir. Ama biraz dinamik bir hayat isteyen bir kişi olarak beni fazlasıyla sıktığını söyleyebilirim.
Neyse ki bu akış bu pazartesi değişiyor. İşe başlıyorum, böylece hafta içi 9-19 mesaim olacak ve hayatım da buna bağlı akmaya başlayacak. Genel kanı iş hayatının daha hızlı aktığı yönünde. Bakalım, benim algılamam nasıl olacak? Asıl önemlisi, bu akışı benimseyecek miyim?
Yazıyı bitirmeden, uzun zamandır kafamda netleşen bir kavramdan bahsetmek istiyorum size. Resmi kayıtlara göre doğum tarihim 9 Kasım 1984’tür. Bence bu tarih kişinin hayata hazırlık evresinin başlangıcıdır. Asıl doğum tarihi de işe başlama günüdür. Çünkü bu güne kadar hem maddi hem manevi anlamda kesin bir ihtiyaç söz konusudur. Oysa ki işle birlikte, hem bir sıfat edinirsin hem şahsi bağımsızlığını kazınırsın. (Bağımsız olmak, çok derin bir konu aslında, ayrı bir yazı daha uygun düşer.) Bu halde benim gerçek doğum tarihim 26 Ocak 2009 olacaktır.
*: 1 saniye, sezyum-133 atomunun temel enerji durumunun hiper-ince düzeyleri arasındaki geçişe karşılık gelen ışınımın 9162631770 periyotluk süresine eşit zaman birimidir. (wikipedia’dan alınmıştır.)
**: Kum saatindeki zaman mantığı: İlk defa Death in Venice filminde duyduğum ve uygulamasını gördüğüm kavram. Mantık şöyle: En başta zaman yavaş akar, tıpkı kum saatinde aşağıya düşen ilk kum tanelerinin sanki akmıyormuş gibi görünmesi misali. Ama süre bittikçe zaman akışı hızlanır, tıpkı son kum tanelerinin hızla aşağı düşmesi misali. Sonradan dikkat ettiğimde çoğu filmde zaman akışı olarak bu mantığın uygulandığını gördüm. (‘Aklıma Takılanlar’ adlı yazımdan)
Şahsi hayatlardaki zaman akışları da değişkendir nitekim. Çocukluk genelde yavaş geçer mesela. Büyüdükçe de akış hızlanır. Bir bakarsın, lise bitmiş! Diğer göz açışında üniversite mezunusun! Ama aralarda geçen bazı zaman dilimlerinde akış hızı değişebilir. Aşık olursun mesela, ışık hızıyla zaman geçer. Hemen ardından terk edilirsin, saniyeler geçmez olur.
Ben de son 6 ayıma baktığımda yavaşlayan bir debi görüyorum. Çocukluktaki gibi hissederek geçti zaman. Her saniyesini belledim sanki. Bu saptamayı negatif manada yapmadım, bazı koşullarda gerekli bile olabilir. Ama biraz dinamik bir hayat isteyen bir kişi olarak beni fazlasıyla sıktığını söyleyebilirim.
Neyse ki bu akış bu pazartesi değişiyor. İşe başlıyorum, böylece hafta içi 9-19 mesaim olacak ve hayatım da buna bağlı akmaya başlayacak. Genel kanı iş hayatının daha hızlı aktığı yönünde. Bakalım, benim algılamam nasıl olacak? Asıl önemlisi, bu akışı benimseyecek miyim?
Yazıyı bitirmeden, uzun zamandır kafamda netleşen bir kavramdan bahsetmek istiyorum size. Resmi kayıtlara göre doğum tarihim 9 Kasım 1984’tür. Bence bu tarih kişinin hayata hazırlık evresinin başlangıcıdır. Asıl doğum tarihi de işe başlama günüdür. Çünkü bu güne kadar hem maddi hem manevi anlamda kesin bir ihtiyaç söz konusudur. Oysa ki işle birlikte, hem bir sıfat edinirsin hem şahsi bağımsızlığını kazınırsın. (Bağımsız olmak, çok derin bir konu aslında, ayrı bir yazı daha uygun düşer.) Bu halde benim gerçek doğum tarihim 26 Ocak 2009 olacaktır.
*: 1 saniye, sezyum-133 atomunun temel enerji durumunun hiper-ince düzeyleri arasındaki geçişe karşılık gelen ışınımın 9162631770 periyotluk süresine eşit zaman birimidir. (wikipedia’dan alınmıştır.)
**: Kum saatindeki zaman mantığı: İlk defa Death in Venice filminde duyduğum ve uygulamasını gördüğüm kavram. Mantık şöyle: En başta zaman yavaş akar, tıpkı kum saatinde aşağıya düşen ilk kum tanelerinin sanki akmıyormuş gibi görünmesi misali. Ama süre bittikçe zaman akışı hızlanır, tıpkı son kum tanelerinin hızla aşağı düşmesi misali. Sonradan dikkat ettiğimde çoğu filmde zaman akışı olarak bu mantığın uygulandığını gördüm. (‘Aklıma Takılanlar’ adlı yazımdan)
12 Ocak 2009 Pazartesi
Il y a Longtemps que je T'aime (I've Loved You So Long)
Bir filmi izlemeden önce minimum bilgi almak isterim. Yönetmeni ve ekibi bana yeter. Varsa adaylıkları ve ödüllerini de göz önüne alırım. Belki konuyu okurum ama hemen aklımdan silmeye çalışırım, eğer izleyeceksem. Hele fragmanını hiç izlemek istemem. Zaten izlemeyi düşündüğüm filmin eleştirisini asla okumam.
Çünkü film zaten sana derdini kendi başına anlatabilmelidir. Anlatamıyorsa sorun vardır zaten. Anlatıyorsa da bunu önceden bilmek filmden alacağın zevki bozabilir.
Il y a Longtemps que je T’aime (I’ve Loved You So Long) işte tam böyle bir film. Filmin ana meselesini 20. dakikada öğreniyorsunuz. O ana kadar olaylar tam muamma. Bir kadın, ablasını havaalanında karşılıyor. En az 10 yıldır görüşmemişler. Eve geliyorlar, çocuklara uzun bir yolculuk yalanı söyleniyor. Abla çok suskun, yüzü de hep asık. Kadının kocası da olaydan rahatsız, belli oluyor. Ama esas olaydan bahseden yok! Ne zaman abla karakola uğruyor, hapisten yeni çıktığını öğreniyoruz. Buna rağmen, esas meseleden yani ablanın hapse girme sebebinden daha 10-15 dakika bahsedilmiyor ki filmin ana iskeleti bu olay üzerine kurulacak.
Şimdi siz filmin konusunu okursanız 25. dakikaya kadar öğrenmemeniz gereken o mühim meseleyi bilerek başlayacaksınız filme. Galiba kendimi ifade edebildim sonunda. Eğer bu şekilde başlarsanız filme, o 25 dakika size bir şey ifade etmeyecek ve sıkılacaksınız. Oysa ben o süreyi pür dikkat izledim.
Şimdi filmi irdelemeye başlayabiliriz. (O mühim olayı şimdi yazacağım, izleyecekseniz yazıyı okumayı bırakın!) Film, Juliette Fontaine adında 6 yaşındaki oğlunu öldürdükten sonra 15 yıl hapis yatmış bir kadın hakkında. Juliette olaydan sonra hiçbir şekilde neden öz oğlunu öldürdüğünü söylememiş. 15 yıl sonra sosyal hizmetler tarafından kız kardeşinin yanına yollandığında da yine hiçbir şey söylemiyor. Hayata inancını kaybetmiş biri o. Her hareketini sırf yapması gerektiği için yaptığı çok bariz. Yapılan her hareketi kendi üzerine alıyor ama yine de ağzını açmıyor. Herkes onu yargılasa da o mahkum olmaya zaten razı olmuş çoktan.
İlk filmini çeken Philippe Claudel, nesnel bakış açısıyla takdir topluyor öncelikle. Ne Juliette’in yanında ne de karşısında yer alıyor. Toparlanma sürecini elinden geldiğince sade olarak yansıtıyor perdeye. Filmde çok tatlı bir gerilim oluşturuyor. ‘Oğlunu neden öldürdüğü?’ sorusunun gerilimi bir an olsun yakamızdan düşmüyor. Kimi anlarda bu gerilim zirve yapsa da (partideki “Juliette nereden çıktı?” oyunu gibi) finale kadar hiç açık vermeden gizemini koruyor. Zaten filmin kaderini de final belirliyor.
Kristin Scott Thomas’ın Juliette performansı olağanüstü. Tahmin ediyorum ki dün gece Kate Winslet’i en çok zorlayan adaydı (ki Winslet de duygu olarak çok benzeyen bir performansla Altın Küre’yi kaptı). Başta Elsa Zylberstein olmak üzere diğer oyuncular da gayet yerinde performanslar göstermişler. Ama esas olay Claudel’in hikaye kurgusu ve bunu perdeye yansıtışında. Etkilenmemek elde değil.
Amelie’den beri bir Fransız filminden bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Bir sinema olayı!
Oyuncular: Kristin Scott Thomas, Elsa Zylberstein, Serge Hazanavicius, Laurent Grévill, Jean-Claude Arnaud, Olivier Cruveiller, Lise Ségur – Görüntü Yönetmeni: Jerome Alméras – Müzik: Jean-Louis Aubert – Yazan ve Yöneten: Philippe Claudel - ****1/2
Çünkü film zaten sana derdini kendi başına anlatabilmelidir. Anlatamıyorsa sorun vardır zaten. Anlatıyorsa da bunu önceden bilmek filmden alacağın zevki bozabilir.
Il y a Longtemps que je T’aime (I’ve Loved You So Long) işte tam böyle bir film. Filmin ana meselesini 20. dakikada öğreniyorsunuz. O ana kadar olaylar tam muamma. Bir kadın, ablasını havaalanında karşılıyor. En az 10 yıldır görüşmemişler. Eve geliyorlar, çocuklara uzun bir yolculuk yalanı söyleniyor. Abla çok suskun, yüzü de hep asık. Kadının kocası da olaydan rahatsız, belli oluyor. Ama esas olaydan bahseden yok! Ne zaman abla karakola uğruyor, hapisten yeni çıktığını öğreniyoruz. Buna rağmen, esas meseleden yani ablanın hapse girme sebebinden daha 10-15 dakika bahsedilmiyor ki filmin ana iskeleti bu olay üzerine kurulacak.
Şimdi siz filmin konusunu okursanız 25. dakikaya kadar öğrenmemeniz gereken o mühim meseleyi bilerek başlayacaksınız filme. Galiba kendimi ifade edebildim sonunda. Eğer bu şekilde başlarsanız filme, o 25 dakika size bir şey ifade etmeyecek ve sıkılacaksınız. Oysa ben o süreyi pür dikkat izledim.
Şimdi filmi irdelemeye başlayabiliriz. (O mühim olayı şimdi yazacağım, izleyecekseniz yazıyı okumayı bırakın!) Film, Juliette Fontaine adında 6 yaşındaki oğlunu öldürdükten sonra 15 yıl hapis yatmış bir kadın hakkında. Juliette olaydan sonra hiçbir şekilde neden öz oğlunu öldürdüğünü söylememiş. 15 yıl sonra sosyal hizmetler tarafından kız kardeşinin yanına yollandığında da yine hiçbir şey söylemiyor. Hayata inancını kaybetmiş biri o. Her hareketini sırf yapması gerektiği için yaptığı çok bariz. Yapılan her hareketi kendi üzerine alıyor ama yine de ağzını açmıyor. Herkes onu yargılasa da o mahkum olmaya zaten razı olmuş çoktan.
İlk filmini çeken Philippe Claudel, nesnel bakış açısıyla takdir topluyor öncelikle. Ne Juliette’in yanında ne de karşısında yer alıyor. Toparlanma sürecini elinden geldiğince sade olarak yansıtıyor perdeye. Filmde çok tatlı bir gerilim oluşturuyor. ‘Oğlunu neden öldürdüğü?’ sorusunun gerilimi bir an olsun yakamızdan düşmüyor. Kimi anlarda bu gerilim zirve yapsa da (partideki “Juliette nereden çıktı?” oyunu gibi) finale kadar hiç açık vermeden gizemini koruyor. Zaten filmin kaderini de final belirliyor.
Kristin Scott Thomas’ın Juliette performansı olağanüstü. Tahmin ediyorum ki dün gece Kate Winslet’i en çok zorlayan adaydı (ki Winslet de duygu olarak çok benzeyen bir performansla Altın Küre’yi kaptı). Başta Elsa Zylberstein olmak üzere diğer oyuncular da gayet yerinde performanslar göstermişler. Ama esas olay Claudel’in hikaye kurgusu ve bunu perdeye yansıtışında. Etkilenmemek elde değil.
Amelie’den beri bir Fransız filminden bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Bir sinema olayı!
Oyuncular: Kristin Scott Thomas, Elsa Zylberstein, Serge Hazanavicius, Laurent Grévill, Jean-Claude Arnaud, Olivier Cruveiller, Lise Ségur – Görüntü Yönetmeni: Jerome Alméras – Müzik: Jean-Louis Aubert – Yazan ve Yöneten: Philippe Claudel - ****1/2
3. Dünya Savaşı
Uzun zamandır politika yazmıyorum. Neden mi? Önüne gelen yazıyor zaten, benim yazmam dünyayı mı kurtaracak! Görüyorsunuz işte medyada, birkaç eleman bir şey yapıyor, yüzlerce kişi olayı yorumluyor. Sonuç ise sıfır!
Peki şimdi neden yazıyorsun diyebilirsiniz. Yerden göğe haklısınız. Yalnız ‘neden yazmayacağıma’ dair fikri açıklayayım da ileride sorun çıkmasın. Ha, benim gibi bir boka yaramayan enteller bunu çok sever. Mücadeleye girmeyip “Ben demiştim!” demeye bayılırız. Ha, mücadeleye girip bir şey de değişmeyecek lakin onur geyiğine birkaç aksiyon fena olmazdı.
Şu ‘entel’ kavramını da açıkladıktan sonra sadede gelelim. Bir kere daha yazmıştım: “Entel, her boku bildiğini sanıp aslında bir bok bilmeyen insanlık müsveddesidir.” En belirgin örneği de şu anda kelimelerini okuduğunuz kişidir! Dalga geçtiğimi zannetmeyin, insan en iyi kendini tanırmış. Resmi literatürde de entel, ‘entelektüel’ kelimesinden türemiştir. ‘-lektüel’ ekinin çıkarılmasıyla oluşur. Bu ek de ‘okuyan’ anlamına gelir. Yani entel, okumaz! Sadece duyduklarını okumuş gibi gösterir.
Her ne kadar kendime ‘1. sınıf entel’ sıfatını layık görsem de birkaç kitap okumuşluğum vardır. Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç sayesinde Prof. Dr. Fahri Armaoğlu’nu okumuştum bundan 4 yıl önce (20. Yüzyıl Siyasi Tarihi). O zaman 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi’nin baskısı sadece sahaflarda kalmıştı. Bana da aramak zor geldiğinden okumamıştım. 2007 Haziranı’nda Alkım Kitabevi yeni bir baskı çıkarınca paraya kıyıp (gayet tuzludur!) alıp okudum. Kitap, 1789’dan 1905’e kadar tüm dünya siyasi tarihini ele alır. Kütüphanemdeki en sevdiğim kitaptır çünkü harika bir başucu kitabıdır. Gerçi Armaoğlu’nun Mason olduğundan subjektif bir tarih yazdığını eleştirenler de vardır lakin bazı şeyleri yazmasa da yazdıkları bana yeter.
İşte bu kitabı okuduktan sonra 3. Dünya Savaşı’nın yakın olduğunu anladım. Medyaya biraz dikkatli bakanların 19. yüzyıl siyasi ilişkileriyle bugün arasında bağlantı kurması çok kolaydır. Ağustos-Eylül 2007 döneminde de bu yüzden blogumda politik yazılar birden artmıştır. Takip eden dönemde hasbelkader ‘Alternative Fuels (Alternatif Yakıtlar)’ dersini aldım. Yakıt, enerji sağlar; enerji de bu yüzyılda politika demektir. Derste de çok girmesek de ucundan politikaya bulaşıyorduk. Çünkü bir alternatif yakıtının geleceği direkt herhangi bir ülkenin politikasına bağlıdır. Bir derste de hocamız bizim fikirlerimizi alıyordu, konumuz hangi yakıttı unuttum. Orada söyledim direkt “Hocam, zaten 2020’ye kadar 3. Dünya Savaşı çıkacaktır. Bunun da bir nedeni enerji azlığı olacaktır. Irak Savaşı da bunun en belirgin kanıtıdır.” Hoca pek ehemmiyet vermedi, günümüz barış politikalarının bunu mutlaka önleyeceğini belirtip konuyu kapadı.
Sonraki aylarda gelişen her olay, tezimi güçlendirdi ne yazık ki. En son bu yaz olan Rusya-Gürcistan Çatışması’nda yazmıştım, bu olayların basit düşünülmemesi gerektiğini. Çoğu arkadaşım beni kötümserlikle suçladı. Kendi kararıdır herkesin, herkes gerçeği görmek istemeyebilir, saygım sonsuzdur.
Gazze olayları her şeye tuz biber ekti. Artık 3. Dünya Savaşı’nı zikreden artık salt ben değilim. Gazetelerde, haber programlarında, bilumum yorumlarda sıklıkla zikredilir oldu. Daha somut bir kanıt olunca daha belirgin hale geldi her şey. Böylece iddiamı yenileyebilirim: En geç 2020’de 3. Dünya Savaşı çıkacaktır. Bu savaşta nükleer ve biyolojik silahlar mekanik silahlardan daha öldürücü olacaktır. Tahminen de dünya nüfusunun %90 yok olacaktır. Naçizane tahminim ise 2014’e kadar bu savaşın kesin başlayacağıdır.
Tabii bir de madalyonun diğer bir yüzü var. Dünya için de böyle bir savaş gereklidir. Özellikle fiziksel olarak gezegenimiz perişan haldedir. 7 milyar insan bu gezegenin limitlerinin çok ama çok üzerindedir. Bu yüzden çıkacak olan dünya savaşı, bir bakıma doğal seleksiyon görevi görecektir. Çok acımasız bir bakış açısı ama doğrusu bu. Ayrıca insan ırkı her ne kadar medeni olmaya çalışsa da vahşidir. Binlerce yıldır süregelen bir özelliği 100 yılda değiştiremezsiniz. İnsanoğlu savaşmaya alışmıştır. Bu genlerinde vardır. Şunu da belirtmek gerekir ki her savaş sahada yapılmaz. Ama fiziki bir savaşa insanoğlunun ihtiyaç duyduğu bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Son 30 yıldır ortaya çıkan bir sürü saçma sapan ve bir kısmı vahşi spor dalı da bunun bir yansımasıdır. Yani insanoğlu yerel savaşlar hariç savaşsız kaldığı son 65 yılın da acısını çıkartmak isteyecektir. Modern dış görünüşü itiraf edemese bu, yadsınamaz bir gerçektir.
Peki savaş çıkacak diye kabuğumuza mı çekileceğiz? Hayır ama güne daha çok değer vereceğiz. Dertlerimizi, isteklerimizi ertelemeyeceğiz. Günü yakalayacağız (Carpe diem!)! Aslında bunu yapmak için illa da önümüzde ciddi bir savaş ihtimali olması gerekmez. Lakin uzun vadeli planlar böyle dönemlerde sakıncalı olur. Bu yüzden naçizane tavsiyem maksimum 1 yıllık planlar yapmanız, her alanda.
Yazıyı bitirirken şunu bir kez daha vurgulayayım: Ben bir boktan anlamayan bir entel bozuntusuyum ama ben de buyum ve benim düşüncem de budur. İnanmak, benle dalga geçmek, vs. size kalmıştır. İşte aynı sebeple, istisnalar hariç, politik bir yazı yazmayacağım. Çünkü gidilen yol bellidir. Ben ise etkisiz bir elemanım, limitim neredeyse sıfır. İyi bir yaşam planı dilerim!
Peki şimdi neden yazıyorsun diyebilirsiniz. Yerden göğe haklısınız. Yalnız ‘neden yazmayacağıma’ dair fikri açıklayayım da ileride sorun çıkmasın. Ha, benim gibi bir boka yaramayan enteller bunu çok sever. Mücadeleye girmeyip “Ben demiştim!” demeye bayılırız. Ha, mücadeleye girip bir şey de değişmeyecek lakin onur geyiğine birkaç aksiyon fena olmazdı.
Şu ‘entel’ kavramını da açıkladıktan sonra sadede gelelim. Bir kere daha yazmıştım: “Entel, her boku bildiğini sanıp aslında bir bok bilmeyen insanlık müsveddesidir.” En belirgin örneği de şu anda kelimelerini okuduğunuz kişidir! Dalga geçtiğimi zannetmeyin, insan en iyi kendini tanırmış. Resmi literatürde de entel, ‘entelektüel’ kelimesinden türemiştir. ‘-lektüel’ ekinin çıkarılmasıyla oluşur. Bu ek de ‘okuyan’ anlamına gelir. Yani entel, okumaz! Sadece duyduklarını okumuş gibi gösterir.
Her ne kadar kendime ‘1. sınıf entel’ sıfatını layık görsem de birkaç kitap okumuşluğum vardır. Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç sayesinde Prof. Dr. Fahri Armaoğlu’nu okumuştum bundan 4 yıl önce (20. Yüzyıl Siyasi Tarihi). O zaman 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi’nin baskısı sadece sahaflarda kalmıştı. Bana da aramak zor geldiğinden okumamıştım. 2007 Haziranı’nda Alkım Kitabevi yeni bir baskı çıkarınca paraya kıyıp (gayet tuzludur!) alıp okudum. Kitap, 1789’dan 1905’e kadar tüm dünya siyasi tarihini ele alır. Kütüphanemdeki en sevdiğim kitaptır çünkü harika bir başucu kitabıdır. Gerçi Armaoğlu’nun Mason olduğundan subjektif bir tarih yazdığını eleştirenler de vardır lakin bazı şeyleri yazmasa da yazdıkları bana yeter.
İşte bu kitabı okuduktan sonra 3. Dünya Savaşı’nın yakın olduğunu anladım. Medyaya biraz dikkatli bakanların 19. yüzyıl siyasi ilişkileriyle bugün arasında bağlantı kurması çok kolaydır. Ağustos-Eylül 2007 döneminde de bu yüzden blogumda politik yazılar birden artmıştır. Takip eden dönemde hasbelkader ‘Alternative Fuels (Alternatif Yakıtlar)’ dersini aldım. Yakıt, enerji sağlar; enerji de bu yüzyılda politika demektir. Derste de çok girmesek de ucundan politikaya bulaşıyorduk. Çünkü bir alternatif yakıtının geleceği direkt herhangi bir ülkenin politikasına bağlıdır. Bir derste de hocamız bizim fikirlerimizi alıyordu, konumuz hangi yakıttı unuttum. Orada söyledim direkt “Hocam, zaten 2020’ye kadar 3. Dünya Savaşı çıkacaktır. Bunun da bir nedeni enerji azlığı olacaktır. Irak Savaşı da bunun en belirgin kanıtıdır.” Hoca pek ehemmiyet vermedi, günümüz barış politikalarının bunu mutlaka önleyeceğini belirtip konuyu kapadı.
Sonraki aylarda gelişen her olay, tezimi güçlendirdi ne yazık ki. En son bu yaz olan Rusya-Gürcistan Çatışması’nda yazmıştım, bu olayların basit düşünülmemesi gerektiğini. Çoğu arkadaşım beni kötümserlikle suçladı. Kendi kararıdır herkesin, herkes gerçeği görmek istemeyebilir, saygım sonsuzdur.
Gazze olayları her şeye tuz biber ekti. Artık 3. Dünya Savaşı’nı zikreden artık salt ben değilim. Gazetelerde, haber programlarında, bilumum yorumlarda sıklıkla zikredilir oldu. Daha somut bir kanıt olunca daha belirgin hale geldi her şey. Böylece iddiamı yenileyebilirim: En geç 2020’de 3. Dünya Savaşı çıkacaktır. Bu savaşta nükleer ve biyolojik silahlar mekanik silahlardan daha öldürücü olacaktır. Tahminen de dünya nüfusunun %90 yok olacaktır. Naçizane tahminim ise 2014’e kadar bu savaşın kesin başlayacağıdır.
Tabii bir de madalyonun diğer bir yüzü var. Dünya için de böyle bir savaş gereklidir. Özellikle fiziksel olarak gezegenimiz perişan haldedir. 7 milyar insan bu gezegenin limitlerinin çok ama çok üzerindedir. Bu yüzden çıkacak olan dünya savaşı, bir bakıma doğal seleksiyon görevi görecektir. Çok acımasız bir bakış açısı ama doğrusu bu. Ayrıca insan ırkı her ne kadar medeni olmaya çalışsa da vahşidir. Binlerce yıldır süregelen bir özelliği 100 yılda değiştiremezsiniz. İnsanoğlu savaşmaya alışmıştır. Bu genlerinde vardır. Şunu da belirtmek gerekir ki her savaş sahada yapılmaz. Ama fiziki bir savaşa insanoğlunun ihtiyaç duyduğu bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Son 30 yıldır ortaya çıkan bir sürü saçma sapan ve bir kısmı vahşi spor dalı da bunun bir yansımasıdır. Yani insanoğlu yerel savaşlar hariç savaşsız kaldığı son 65 yılın da acısını çıkartmak isteyecektir. Modern dış görünüşü itiraf edemese bu, yadsınamaz bir gerçektir.
Peki savaş çıkacak diye kabuğumuza mı çekileceğiz? Hayır ama güne daha çok değer vereceğiz. Dertlerimizi, isteklerimizi ertelemeyeceğiz. Günü yakalayacağız (Carpe diem!)! Aslında bunu yapmak için illa da önümüzde ciddi bir savaş ihtimali olması gerekmez. Lakin uzun vadeli planlar böyle dönemlerde sakıncalı olur. Bu yüzden naçizane tavsiyem maksimum 1 yıllık planlar yapmanız, her alanda.
Yazıyı bitirirken şunu bir kez daha vurgulayayım: Ben bir boktan anlamayan bir entel bozuntusuyum ama ben de buyum ve benim düşüncem de budur. İnanmak, benle dalga geçmek, vs. size kalmıştır. İşte aynı sebeple, istisnalar hariç, politik bir yazı yazmayacağım. Çünkü gidilen yol bellidir. Ben ise etkisiz bir elemanım, limitim neredeyse sıfır. İyi bir yaşam planı dilerim!
11 Ocak 2009 Pazar
Defiance
İnsanlık öyle bir hale geldi ki herkesin eksiklerine bakıyoruz direkt. “Bu adam beni satar mı?”, “Yalan mıdır?”, vs. Tabii tüm hayatımız da buna göre gelişiyor artık. Bir hikaye dinliyorsun mesaj alacağın yerde, neresinde hata vardı diyorsun. Hele adı dokuza çıkmış biri bunu anlattı mı, namı inmiyor sekize. Tüm çocuklara anlatılan yalancı çoban meseli misali.
Şimdi Gazze’de bir savaş devam ediyor! Kim haklı olayına hiç girmeyeceğim lakin bir karışlık veletler bok yoluna gidiyor. Böyle bir ortamda Yahudilerin kahramanlığını anlatan bir film izliyorsunuz. 2. Dünya Savaşı’nda Beyaz Rusya’da öldürülmemek için ormanda yaşayan Yahudi komününün hikayesi. Almanlar gördükleri yerde katlediyor Yahudileri. Ruslar da “Yahudiler savaşamaz!” diye sorumluluk almak istemiyorlar. Komün de kendi hayatlarını özgürlük pahasına devam ettirmeye çalışıyorlar. Aralarda Hz. Musa’dan filan bolca bahsediyorlar. Akla Gazze geliyor ne yazık ki!
Diyeceğim şu ki adam gibi film de izlenmiyor artık! Büyüdükçe ve dünyaya karşı masumiyetini kaybettikçe herkese/her şeye şüpheyle yaklaşıyorsun. Şimdi ben bu filmi Gazze’yi düşünmeden izleyebilsem yer göğe koyamam. Çok iyi bir film! Destan neredeyse. Lakin anlatan Hollywood, anlattığı da Yahudiler olunca işin büyüsü kayboluyor.
Oysa sinema sihirdir. İlk önce sirklerde gösterilen bir gösteri çeşidiydi. Hala bir bakıma öyle. Siz filmde kendinizi kaybetmezseniz, o film ne kadara kaliteli olursa olsun, neye yarar ki? Film sizi büyüleyecek ki işin mayası oluşsun! Bir de size bir şeyler verebiliyorsa tadından yenmez!
Şimdi Defiance’a nasıl bakmalıyız? Güzel düşünülmüş, yazılmış, yönetilmiş, oynanmış. Geleceğe kalır mı? Belirsiz lakin hatırlanır bir şekilde. Ama Gazze’de yaşananlar filmi çok etkileyecek. Hele herhangi bir ödül alma olasılığı yok artık.
Kişisel notum şudur, filmde yan rolde Chaya’yı oynayan Mia Wasikowska ileride çok ünlü olur!
Oyuncular: Daniel Craig, Liev Schreiber, Jamie Bell, Alexa Davalos, Allan Corduner, Mark Feuerstein, Tomas Arana, Idod Goldberg, Iben Hjejle, George MacKay, Mia Wasikowska – Görüntü Yönetmeni: Eduardo Serra – Müzik: James Newton Howard – Senaryo: Clayton Frohman, Edward Zwick (Nechana Tec’in ‘Defiance: the Bielski Partisans’ adlı kitabından) – Yönetmen: Edward Zwick - ****
Şimdi Gazze’de bir savaş devam ediyor! Kim haklı olayına hiç girmeyeceğim lakin bir karışlık veletler bok yoluna gidiyor. Böyle bir ortamda Yahudilerin kahramanlığını anlatan bir film izliyorsunuz. 2. Dünya Savaşı’nda Beyaz Rusya’da öldürülmemek için ormanda yaşayan Yahudi komününün hikayesi. Almanlar gördükleri yerde katlediyor Yahudileri. Ruslar da “Yahudiler savaşamaz!” diye sorumluluk almak istemiyorlar. Komün de kendi hayatlarını özgürlük pahasına devam ettirmeye çalışıyorlar. Aralarda Hz. Musa’dan filan bolca bahsediyorlar. Akla Gazze geliyor ne yazık ki!
Diyeceğim şu ki adam gibi film de izlenmiyor artık! Büyüdükçe ve dünyaya karşı masumiyetini kaybettikçe herkese/her şeye şüpheyle yaklaşıyorsun. Şimdi ben bu filmi Gazze’yi düşünmeden izleyebilsem yer göğe koyamam. Çok iyi bir film! Destan neredeyse. Lakin anlatan Hollywood, anlattığı da Yahudiler olunca işin büyüsü kayboluyor.
Oysa sinema sihirdir. İlk önce sirklerde gösterilen bir gösteri çeşidiydi. Hala bir bakıma öyle. Siz filmde kendinizi kaybetmezseniz, o film ne kadara kaliteli olursa olsun, neye yarar ki? Film sizi büyüleyecek ki işin mayası oluşsun! Bir de size bir şeyler verebiliyorsa tadından yenmez!
Şimdi Defiance’a nasıl bakmalıyız? Güzel düşünülmüş, yazılmış, yönetilmiş, oynanmış. Geleceğe kalır mı? Belirsiz lakin hatırlanır bir şekilde. Ama Gazze’de yaşananlar filmi çok etkileyecek. Hele herhangi bir ödül alma olasılığı yok artık.
Kişisel notum şudur, filmde yan rolde Chaya’yı oynayan Mia Wasikowska ileride çok ünlü olur!
Oyuncular: Daniel Craig, Liev Schreiber, Jamie Bell, Alexa Davalos, Allan Corduner, Mark Feuerstein, Tomas Arana, Idod Goldberg, Iben Hjejle, George MacKay, Mia Wasikowska – Görüntü Yönetmeni: Eduardo Serra – Müzik: James Newton Howard – Senaryo: Clayton Frohman, Edward Zwick (Nechana Tec’in ‘Defiance: the Bielski Partisans’ adlı kitabından) – Yönetmen: Edward Zwick - ****
7 Ocak 2009 Çarşamba
Oscarlıklar 2009
Her ocak ayında olduğu gibi ödül sezonuna girdik. Önümüzdeki günlerde Altın Küre kazananları açıklanacak, hemen ardından Bafta ve Oscar adayları ilan edilecek. Muhtemel adaylar da DVD-screen (filmlerin ödül komitelerine gönderilen DVDlerinin kopyaları) olarak internete düşmeye başladı. 2-3 aday hariç çoğunu izlemeyi başardım. Hala izlemediğim, 1-2 adaylık filmler de var listemde, Che gibi.
Hepsini sırayla izleyince teker teker yazı yazmak zor geliyor. O yüzden tek vuruşta yazmak istedim. Aslında hepsine ayrı birer makale gerek, hepsi de kaliteli filmler sonuçta.
Slumdog Millionaire beni şaşırtan bir filmdi. Aslında genelden bakınca tipik bir başarı hikayesi lakin bunu Hindistan’a ve oldukça farklı bir şekilde uyarlayınca değişik ve güzel olmuş. Jamal’in Hindistan’daki ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmasına katılmasıyla başlıyor hikaye. İlkokulu yarım bırakmış bir gencin tüm soruları doğru bilmesi kafa karıştırıyor ve polis tarafından sorguya alınıyor. Böylece Jamal, her soruyu nasıl bildiğini komisere anlatırken hayat hikayesini de baştan sona geçmiş oluyor.
Bu farklı anlatış biçimi ve Hindistan’ın gerçekleri bizi etkileyen ana unsur. Filmin çoğunu iki sokak çocuğunun gözünden izlediğimizden Hindistan’ı tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Bir de Danny Boyle’un hızlı kurgusuyla tadından yenmiyor. Güzel Hindistan görüntüleri, buruk bir aşk hikayesi ve Hint müziğiyle de cabası. Sonunda aynı Bollywood filmlerindeki gibi (onlarda ortada gerçi) şarkılı/danslı sahne de bulunuyor. Benim Oscar favorimdir.
Oyuncular: Dev Patel, Freida Pinto, Ayush Mahesh Khedekar, Azhauddin Mohammed İsmail, Rubiana Ali, Tanay Chheda, Ashutosh Lobo Gajiwala, Tanvi Ganesh Lonkar, Madhur Mittal, Anil Kapoor, İrfan Khan – Görüntü Yönetmeni: Anthony Dod Mantle – Müzik: A. R. Rahman – Senaryo: Simon Beaufoy (Vika Swarup’un ‘Q&A’ adlı romanından) – Yönetmen: Danny Boyle, Loveleen Tandan - ****1/2
David Fincher’ın yeni filmi ise öyküsüyle avantaj sağlıyor. Geriyle doğru büyüyen bir adamın hikayesi The Curious Case of Benjamin Button. Benjamin Button doğduğunda 80 yaşındaki birine benzemektedir. Nitekim bedeni büyüdükçe kulağının duymadığı, ayaklarının tutmadığı anlaşılır. Babası tarafından, annesi doğumda öldüğünden, lanetli görülen Benjamin; ilk günden yaşlılar evinin hizmetçisi tarafından yetiştirilir. Hep öleceği düşünülen Benjamin, giderek gençleşmeye başlar. Arkadaşları (yaşlılar) öldükçe o daha iyi duruma geliyordur. Bu farklılığı ona garip maceralar ve duygular yaşatmaya devam eder.
Brad Pitt’in Benjamin Button’ı canlandırdığı film; akıcı senaryosu, efektleri (bebeğin yaşlı yüzü çok iyi), makyajı, sanat yönetimi, görüntü yönetimi ve kostümleriyle en fazla dalda Oscar’a aday olabilir. Çünkü bu saydıklarım gerçekten çok iyi, neredeyse mükemmel seviyesinde. Pitt ve Blanchett’in performansları da yerinde üstelik. Valla daha nolsun? Keyifli bir Fincher filmi daha.
Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Julia Ormond, Taraji P. Henson, Mahershalalhashbaz Ali, Jason Flemyng, Elias Koteas, Peter Donald Badalamenti II, Tilda Swinton, Jared Harris – Görüntü Yönetmeni: Cladio Miranda – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord (F. Scott Fitzgerald’ın kısa hikayesinden) – Yönetmen: David Fincher - ****
Oscar’a aday olmayacak ama olmak isteyen bir filmi de listeye ekleyelim: Seven Pounds. Will Smith arada sırada ciddi takılmak istiyor ve buna İtalya’dan getirttiği Gabriele Muccino’yu alet ediyor. Bir önceki ortaklıkları Pursuit of Happyness gibi koyu bir dram çekmişler. Ağlamaklı, didaktik filan. Seyrederken sıkmadığı kesin lakin yılın iyileri arasına girmekten çok uzak. Keşke Muccino ile Smith konuyu ağdalaştırmaktan çok akıcılığa önem verseler!
Oyuncular: Will Smith, Rosario Dawson, Woody Harrelson, Michael Ealy, Barry Pepper, Elpidia Carrillo – Görüntü Yönetmeni: Philippe Le Sourd – Müzik: Angelo Milli – Senaryo: Grant Nieporte – Yönetmen: Gabriele Muccino - ***1/2
1,5 yıl önce İstanbul Film Festivali’nde huzurlu, sakin, ferahlatıcı bir film izlemiştim, Old Joy diye. İşte onun yönetmeni Kelly Reichardt’ın son filmi Wendy and Lucy de olası adaylar arasında. Aslında bu kadar küçük çaplı bir filmin büyük bütçeli rakiplerinin arasına girmek istemesi bile şaşırtıcı. Neyse ki onun öyle bir niyeti yok, en fazla 2 adaylık kapabilir ‘En İyi Kadın’ ve ‘En İyi Müzik’ dalında. Ama çok dalda aday olamaması veya hiç ödül alamaması onun gücünden pek bir şey eksiltmiyor. Wendy ile köpeği Lucy’nin hikayesi bu. Oldukça sade, doğal ve gerçekçi! Bir filmi iyi yapmak için yeterli değil mi, bu 3 unsur?
Oyuncular: Michelle Williams, Lucy, Wally Dalton, Will Patton, Will Oldham, John Robinson, Larry Fessenden – Görüntü Yönetmeni: Sam Levy – Senaryo: Jonathan Raymond, Kelly Reichardt – Yönetmen: Kelly Reichardt - ****
Bir de animasyon gerek bu listeye! Bolt, belki listenin diğer filmleriyle boy ölçüşemez lakin hoş vakit geçirmek için birebir. Hiç kafana takmadan izliyorsun. Çok hata da yok. Wall-E ile kıyaslanamaz lakin aday olur. Şarkısı da hoşumsu (Hannah Montana söylüyor! Çıldırın çocuklar!).
Seslendirenler: John Travolta, Miley Cyrus, Susie Esman, Mark Walton, Malcolm McDowell, James Lipton, Greg Germann, Ronn Moss – Müzik: John Powell – Senaryo: Dan Fogelman, Chris Williams – Yönetmen: Byron Howard, Chris Williams - ***
Açıkçası The Wrestler’ın çok daha iyi olmasını umuyordum. Aronofsky’den çok umutluyum çünkü. İlk defa son derece açık ve yalın bir film çekmiş Aronofsky fakat iki unsurda tosluyor: 1) Yine sıkıcı! 2) Yeni bir şey anlatmıyor. Bir güreşçinin (fiziksel ve ruhsal olarak) çöküşünü gerçekten güzel anlatmış. Performanslar güzel, Aronofsky güzel lakin hedefi yine ıskalıyor.
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood, Mark Margolis, Todd Barry, Wass Stevens – Görüntü Yönetmeni: Maryse Alberti – Müzik: Chris Mansell – Senaryo: Robert D. Siegel – Yönetmen: Darren Aronofsky - ***1/2
Hepsini sırayla izleyince teker teker yazı yazmak zor geliyor. O yüzden tek vuruşta yazmak istedim. Aslında hepsine ayrı birer makale gerek, hepsi de kaliteli filmler sonuçta.
Slumdog Millionaire beni şaşırtan bir filmdi. Aslında genelden bakınca tipik bir başarı hikayesi lakin bunu Hindistan’a ve oldukça farklı bir şekilde uyarlayınca değişik ve güzel olmuş. Jamal’in Hindistan’daki ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmasına katılmasıyla başlıyor hikaye. İlkokulu yarım bırakmış bir gencin tüm soruları doğru bilmesi kafa karıştırıyor ve polis tarafından sorguya alınıyor. Böylece Jamal, her soruyu nasıl bildiğini komisere anlatırken hayat hikayesini de baştan sona geçmiş oluyor.
Bu farklı anlatış biçimi ve Hindistan’ın gerçekleri bizi etkileyen ana unsur. Filmin çoğunu iki sokak çocuğunun gözünden izlediğimizden Hindistan’ı tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Bir de Danny Boyle’un hızlı kurgusuyla tadından yenmiyor. Güzel Hindistan görüntüleri, buruk bir aşk hikayesi ve Hint müziğiyle de cabası. Sonunda aynı Bollywood filmlerindeki gibi (onlarda ortada gerçi) şarkılı/danslı sahne de bulunuyor. Benim Oscar favorimdir.
Oyuncular: Dev Patel, Freida Pinto, Ayush Mahesh Khedekar, Azhauddin Mohammed İsmail, Rubiana Ali, Tanay Chheda, Ashutosh Lobo Gajiwala, Tanvi Ganesh Lonkar, Madhur Mittal, Anil Kapoor, İrfan Khan – Görüntü Yönetmeni: Anthony Dod Mantle – Müzik: A. R. Rahman – Senaryo: Simon Beaufoy (Vika Swarup’un ‘Q&A’ adlı romanından) – Yönetmen: Danny Boyle, Loveleen Tandan - ****1/2
David Fincher’ın yeni filmi ise öyküsüyle avantaj sağlıyor. Geriyle doğru büyüyen bir adamın hikayesi The Curious Case of Benjamin Button. Benjamin Button doğduğunda 80 yaşındaki birine benzemektedir. Nitekim bedeni büyüdükçe kulağının duymadığı, ayaklarının tutmadığı anlaşılır. Babası tarafından, annesi doğumda öldüğünden, lanetli görülen Benjamin; ilk günden yaşlılar evinin hizmetçisi tarafından yetiştirilir. Hep öleceği düşünülen Benjamin, giderek gençleşmeye başlar. Arkadaşları (yaşlılar) öldükçe o daha iyi duruma geliyordur. Bu farklılığı ona garip maceralar ve duygular yaşatmaya devam eder.
Brad Pitt’in Benjamin Button’ı canlandırdığı film; akıcı senaryosu, efektleri (bebeğin yaşlı yüzü çok iyi), makyajı, sanat yönetimi, görüntü yönetimi ve kostümleriyle en fazla dalda Oscar’a aday olabilir. Çünkü bu saydıklarım gerçekten çok iyi, neredeyse mükemmel seviyesinde. Pitt ve Blanchett’in performansları da yerinde üstelik. Valla daha nolsun? Keyifli bir Fincher filmi daha.
Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Julia Ormond, Taraji P. Henson, Mahershalalhashbaz Ali, Jason Flemyng, Elias Koteas, Peter Donald Badalamenti II, Tilda Swinton, Jared Harris – Görüntü Yönetmeni: Cladio Miranda – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord (F. Scott Fitzgerald’ın kısa hikayesinden) – Yönetmen: David Fincher - ****
Oscar’a aday olmayacak ama olmak isteyen bir filmi de listeye ekleyelim: Seven Pounds. Will Smith arada sırada ciddi takılmak istiyor ve buna İtalya’dan getirttiği Gabriele Muccino’yu alet ediyor. Bir önceki ortaklıkları Pursuit of Happyness gibi koyu bir dram çekmişler. Ağlamaklı, didaktik filan. Seyrederken sıkmadığı kesin lakin yılın iyileri arasına girmekten çok uzak. Keşke Muccino ile Smith konuyu ağdalaştırmaktan çok akıcılığa önem verseler!
Oyuncular: Will Smith, Rosario Dawson, Woody Harrelson, Michael Ealy, Barry Pepper, Elpidia Carrillo – Görüntü Yönetmeni: Philippe Le Sourd – Müzik: Angelo Milli – Senaryo: Grant Nieporte – Yönetmen: Gabriele Muccino - ***1/2
1,5 yıl önce İstanbul Film Festivali’nde huzurlu, sakin, ferahlatıcı bir film izlemiştim, Old Joy diye. İşte onun yönetmeni Kelly Reichardt’ın son filmi Wendy and Lucy de olası adaylar arasında. Aslında bu kadar küçük çaplı bir filmin büyük bütçeli rakiplerinin arasına girmek istemesi bile şaşırtıcı. Neyse ki onun öyle bir niyeti yok, en fazla 2 adaylık kapabilir ‘En İyi Kadın’ ve ‘En İyi Müzik’ dalında. Ama çok dalda aday olamaması veya hiç ödül alamaması onun gücünden pek bir şey eksiltmiyor. Wendy ile köpeği Lucy’nin hikayesi bu. Oldukça sade, doğal ve gerçekçi! Bir filmi iyi yapmak için yeterli değil mi, bu 3 unsur?
Oyuncular: Michelle Williams, Lucy, Wally Dalton, Will Patton, Will Oldham, John Robinson, Larry Fessenden – Görüntü Yönetmeni: Sam Levy – Senaryo: Jonathan Raymond, Kelly Reichardt – Yönetmen: Kelly Reichardt - ****
Bir de animasyon gerek bu listeye! Bolt, belki listenin diğer filmleriyle boy ölçüşemez lakin hoş vakit geçirmek için birebir. Hiç kafana takmadan izliyorsun. Çok hata da yok. Wall-E ile kıyaslanamaz lakin aday olur. Şarkısı da hoşumsu (Hannah Montana söylüyor! Çıldırın çocuklar!).
Seslendirenler: John Travolta, Miley Cyrus, Susie Esman, Mark Walton, Malcolm McDowell, James Lipton, Greg Germann, Ronn Moss – Müzik: John Powell – Senaryo: Dan Fogelman, Chris Williams – Yönetmen: Byron Howard, Chris Williams - ***
Açıkçası The Wrestler’ın çok daha iyi olmasını umuyordum. Aronofsky’den çok umutluyum çünkü. İlk defa son derece açık ve yalın bir film çekmiş Aronofsky fakat iki unsurda tosluyor: 1) Yine sıkıcı! 2) Yeni bir şey anlatmıyor. Bir güreşçinin (fiziksel ve ruhsal olarak) çöküşünü gerçekten güzel anlatmış. Performanslar güzel, Aronofsky güzel lakin hedefi yine ıskalıyor.
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood, Mark Margolis, Todd Barry, Wass Stevens – Görüntü Yönetmeni: Maryse Alberti – Müzik: Chris Mansell – Senaryo: Robert D. Siegel – Yönetmen: Darren Aronofsky - ***1/2
5 Ocak 2009 Pazartesi
Haftanın Ardından
Haftaya 3 gün beni meşgul eden kişisel bir olayla başladım. Çok kişisel olduğundan buraya yazamıyorum, üzgünüm. Tabii ki haftanın olayı yılbaşıydı. Tam istediğim üzere sakin ve yemek doluydu. Yalnız film izleyerek yeni yıla girme arzumu gerçekleştiremedim. Bunun yerine geriye sayım yapmadan girmek beni bir nebze olsun teselli etti.
Hafta, tam bir sinema haftasıydı. Bir yandan Oscarlıkları, bir yandan saf klasikleri izledim. Buraya orijinal adını yazmak uzun ve zorlu olacağından A Man Escaped diyeceğim ünlü Fransız filmini sonunda izleyebildim; Shawshank Redemption’a dedikleri kadar benzemiyordu (doğrusu SR ona benzemiyordu). Dört bayıldığım klasiği çeşitli nedenlerle tekrar izledim: Hannah and Her Sisters, Roman Holiday, All the President’s Men ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind. ESotSM yine nefes kesiciydi, annemle babam filmden hiçbir şey anlamadı ve açıklamak zorunda kaldım. Donnie Darko’yu izleseler ne yapacaklarını çok merak ediyorum (güzel işkence olur! :D) ki Lynch’e girmiyorum bile (Lost Highway’i izleseler 1 hafta kendilerine gelemezler, şoktan!). Ayrıca Die Hard serisinin Lethal Weapon’dan daha iyi olduğunu kavradım bu hafta. Son olarak Scream’i izledim, çok başarılı bir filmdi; hem eğlenceliydi hem entelektüel!
Başbakan’ın aday açıklamaları sinir bozucuydu. All the President’s Men’deki gerçek demeçleri izlerken sayısız kere deja vu oldum. Artık Başbakan’ın nerden intihal yaptığını biliyorum, heyo! Gazze’deki olaylar, ‘bir millet nasıl satılır?’ ve ‘bir halk nasıl bok yoluna gider?’ konularının uygulamalı gösterisidir. Hiç üzüntü duymuyorum.
ESotSM’ı seyrederken Beck’in ‘Everybody’s Gotta Learn Sometimes’ şarkısına aşık oldum, uzun süre dinlerim artık. Sözleri çok güzel!
Pazar günü ilkokul arkadaşlarımla 12,5 yıl sonra ilk defa buluştum. Çok güzeldi. 5 yılını (bazılarıyla anaokul dahil 6 yıl) birlikte geçirdiğin insanlara yabancı gözlerle bakmak çok garipmiş. Sonra yavaştan alışıyor insan. İlkokul yıllarımı kafamdan tamamen silmişim. Çok az şey hatırladığımı öğrendim. Ama eski anıları anmak çok güzeldi. Her şeyden güzeli, ilkokulun çok saf olduğunu hatırlamaktı. Her şey çok temiz ve safmış! Hiçbir çıkar gözetmeden 5 yıl geçmiş; bu günden bakınca çok garip geliyor. Bu arada Oya Hoca’nın bilmediğim şeytanlıklarını dinledim, eve dönünce de anneme beni şikayet ettiğini öğrendim. Kadın gerçek bir salaktı ya! Ondan değil öğretmen, çöpçü bile olmaz! 2 yılıma acıdım.
Hafta, tam bir sinema haftasıydı. Bir yandan Oscarlıkları, bir yandan saf klasikleri izledim. Buraya orijinal adını yazmak uzun ve zorlu olacağından A Man Escaped diyeceğim ünlü Fransız filmini sonunda izleyebildim; Shawshank Redemption’a dedikleri kadar benzemiyordu (doğrusu SR ona benzemiyordu). Dört bayıldığım klasiği çeşitli nedenlerle tekrar izledim: Hannah and Her Sisters, Roman Holiday, All the President’s Men ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind. ESotSM yine nefes kesiciydi, annemle babam filmden hiçbir şey anlamadı ve açıklamak zorunda kaldım. Donnie Darko’yu izleseler ne yapacaklarını çok merak ediyorum (güzel işkence olur! :D) ki Lynch’e girmiyorum bile (Lost Highway’i izleseler 1 hafta kendilerine gelemezler, şoktan!). Ayrıca Die Hard serisinin Lethal Weapon’dan daha iyi olduğunu kavradım bu hafta. Son olarak Scream’i izledim, çok başarılı bir filmdi; hem eğlenceliydi hem entelektüel!
Başbakan’ın aday açıklamaları sinir bozucuydu. All the President’s Men’deki gerçek demeçleri izlerken sayısız kere deja vu oldum. Artık Başbakan’ın nerden intihal yaptığını biliyorum, heyo! Gazze’deki olaylar, ‘bir millet nasıl satılır?’ ve ‘bir halk nasıl bok yoluna gider?’ konularının uygulamalı gösterisidir. Hiç üzüntü duymuyorum.
ESotSM’ı seyrederken Beck’in ‘Everybody’s Gotta Learn Sometimes’ şarkısına aşık oldum, uzun süre dinlerim artık. Sözleri çok güzel!
Pazar günü ilkokul arkadaşlarımla 12,5 yıl sonra ilk defa buluştum. Çok güzeldi. 5 yılını (bazılarıyla anaokul dahil 6 yıl) birlikte geçirdiğin insanlara yabancı gözlerle bakmak çok garipmiş. Sonra yavaştan alışıyor insan. İlkokul yıllarımı kafamdan tamamen silmişim. Çok az şey hatırladığımı öğrendim. Ama eski anıları anmak çok güzeldi. Her şeyden güzeli, ilkokulun çok saf olduğunu hatırlamaktı. Her şey çok temiz ve safmış! Hiçbir çıkar gözetmeden 5 yıl geçmiş; bu günden bakınca çok garip geliyor. Bu arada Oya Hoca’nın bilmediğim şeytanlıklarını dinledim, eve dönünce de anneme beni şikayet ettiğini öğrendim. Kadın gerçek bir salaktı ya! Ondan değil öğretmen, çöpçü bile olmaz! 2 yılıma acıdım.
3 Ocak 2009 Cumartesi
Changeling ile Gran Torino
Clint Eastwood Hollywood’un en sarsılmaz yönetmenlerinden. Bir kere onu herkes seviyor. Hem eleştirmenler, hem seyirciler, hem de stüdyolar ondan vazgeçemiyor. Çünkü bir yandan durmadan üretiyor, bir yandan kaliteli, izlenilebilitesi yüksek filmler yapıyor, hem de ana akımdan hiç ayrılmıyor. Sonuçta her filmi, her kesim tarafından merakla bekleniyor.
Bu yıl Eastwood ödül sezonuna iki filmle birden giriyor. Birinde 30’lardaki polis yozlaşmasını ve anneliği ele alıyor. Diğerinde de ırkçılık konusunda bilindik ama yine de yürekleri dağlayan kelamlar ediyor.
Görüş alanımıza önce Changeling girdi. Mayısta Cannes’da büyük ödüle aday oldu lakin çok büyük fırtınalar koparmadı. Festival sonrası beklentiler azaldı böylece, kimse bir Unforgiven beklemiyordu. Aralıkta da 2009’da gösterime girmesi beklenen Gran Torino ansızın ortaya çıktı. Kendisi hariç ünlü oyuncu barındırmayan bu filmle daha iyi eleştiriler aldı.
Changeling, yapımcısının Ron Howard ve Brian Grazer olduğundan kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere gerçek bir olayın perdeye yansıması. Eastwood, bu hikayeye Howard’ın filmlerinde asla başaramadığını yapıp ruh vermiş. Bu açıdan, Eastwood filmin en elzem öğesi oluyor. Ayrıca kulak tırmalamayan (ki Howard filmlerinde baş sorunlardan biridir) bir ses kaydını kendi besteleyerek filme başka bir artı daha kazandırıyor. Tabii Angelina Jolie’nin kusursuz performansı da cabası. Filmi izlerken kendinizi hikayeye fena halde kaptırıyorsunuz. Ama film bitince tüm o dalgalı sular da duruluyor ve geriye sadece harika geçen 2 saat kalıyor.
Gran Torino’nun sorunu ise bambaşka. Eastwood yine filmi büyük bir ruhla çekmiş. Hele finalde hüngürdeyerek ağlama şansınız bile var. Filmden sonra da bir süre ırkçılık ve getirdikleri hakkında ciddi manada kafa yorabilirsiniz. Ama bu sefer sorun iskeletin malzemesinde. Bu malzeme o kadar bilindik ki filmin ruhunun içinize işlemesine mani oluyor. Filmdeki tüm karakterler tek boyutlu bir kere. Şablonlara inanılmaz bağlı çizilmişler. Herhangi bir yazara gazi, rahip, genç Amerikalı tiplemesi yaz deseniz, filmdekileri 5 dakikada yazar. Filmdeki olaylar da bir o kadar bayat. Aklıma ilk gelen The War oldu, aynı olaylar orada da vardı. Ama Eastwood bu sefer 3 özelliğini kullanarak filmi başkalaştırıyor ve filmi iyi yapıyor: Yönetiyor, başrolde kusursuz oynuyor ve şarkısını besteliyor. Eğer ‘kötü bir senaryo en fazla ne kadar iyi yapılabilir’ sorusuna cevap arıyorsanız, bu film harika bir örnek!
Oyuncular: Angelina Jolie, Michael Kelly, John Malkovich, Gattlin Griffith, Devon Conti, Jeffrey Donovan, Jason Butler Harner, Eddie Alderson, Amy Ryan – Görüntü Yönetmeni: Tom Stern – Müzik: Clint Eastwood – Senaryo: J. Michael Straczynski – Yönetmen: Clint Eastwood - ***1/2
Oyuncular: Clint Eastwood, Bee Vang, Ahney Her, Christropher Carley, Brian Haley, John Carroll Lynch – Görüntü Yönetmeni: Tom Stern – Müzik: Kyle Eastwood, Michael Stevens – Senaryo: Nick Schenk (Dave Johannson ve Nick Schenk’in öyküsünden) – Yönetmen: Clint Eastwood - ***1/2
Bu yıl Eastwood ödül sezonuna iki filmle birden giriyor. Birinde 30’lardaki polis yozlaşmasını ve anneliği ele alıyor. Diğerinde de ırkçılık konusunda bilindik ama yine de yürekleri dağlayan kelamlar ediyor.
Görüş alanımıza önce Changeling girdi. Mayısta Cannes’da büyük ödüle aday oldu lakin çok büyük fırtınalar koparmadı. Festival sonrası beklentiler azaldı böylece, kimse bir Unforgiven beklemiyordu. Aralıkta da 2009’da gösterime girmesi beklenen Gran Torino ansızın ortaya çıktı. Kendisi hariç ünlü oyuncu barındırmayan bu filmle daha iyi eleştiriler aldı.
Changeling, yapımcısının Ron Howard ve Brian Grazer olduğundan kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere gerçek bir olayın perdeye yansıması. Eastwood, bu hikayeye Howard’ın filmlerinde asla başaramadığını yapıp ruh vermiş. Bu açıdan, Eastwood filmin en elzem öğesi oluyor. Ayrıca kulak tırmalamayan (ki Howard filmlerinde baş sorunlardan biridir) bir ses kaydını kendi besteleyerek filme başka bir artı daha kazandırıyor. Tabii Angelina Jolie’nin kusursuz performansı da cabası. Filmi izlerken kendinizi hikayeye fena halde kaptırıyorsunuz. Ama film bitince tüm o dalgalı sular da duruluyor ve geriye sadece harika geçen 2 saat kalıyor.
Gran Torino’nun sorunu ise bambaşka. Eastwood yine filmi büyük bir ruhla çekmiş. Hele finalde hüngürdeyerek ağlama şansınız bile var. Filmden sonra da bir süre ırkçılık ve getirdikleri hakkında ciddi manada kafa yorabilirsiniz. Ama bu sefer sorun iskeletin malzemesinde. Bu malzeme o kadar bilindik ki filmin ruhunun içinize işlemesine mani oluyor. Filmdeki tüm karakterler tek boyutlu bir kere. Şablonlara inanılmaz bağlı çizilmişler. Herhangi bir yazara gazi, rahip, genç Amerikalı tiplemesi yaz deseniz, filmdekileri 5 dakikada yazar. Filmdeki olaylar da bir o kadar bayat. Aklıma ilk gelen The War oldu, aynı olaylar orada da vardı. Ama Eastwood bu sefer 3 özelliğini kullanarak filmi başkalaştırıyor ve filmi iyi yapıyor: Yönetiyor, başrolde kusursuz oynuyor ve şarkısını besteliyor. Eğer ‘kötü bir senaryo en fazla ne kadar iyi yapılabilir’ sorusuna cevap arıyorsanız, bu film harika bir örnek!
Oyuncular: Angelina Jolie, Michael Kelly, John Malkovich, Gattlin Griffith, Devon Conti, Jeffrey Donovan, Jason Butler Harner, Eddie Alderson, Amy Ryan – Görüntü Yönetmeni: Tom Stern – Müzik: Clint Eastwood – Senaryo: J. Michael Straczynski – Yönetmen: Clint Eastwood - ***1/2
Oyuncular: Clint Eastwood, Bee Vang, Ahney Her, Christropher Carley, Brian Haley, John Carroll Lynch – Görüntü Yönetmeni: Tom Stern – Müzik: Kyle Eastwood, Michael Stevens – Senaryo: Nick Schenk (Dave Johannson ve Nick Schenk’in öyküsünden) – Yönetmen: Clint Eastwood - ***1/2
Etiketler:
Angelina Jolie,
Clint Eastwood,
ırkçılık,
polis
1 Ocak 2009 Perşembe
2008'in Ardından
2008’e Şile’de bir pansiyonda arkadaşlarımla birlikte ama hasta olarak girmiştim. İlginçtir, 2008 de girdiğim şekilde devam etti. Sevdiklerim hep yanımdaydı lakin bir hastalık hali hep devam etti (fiziksel olarak belli olmasa da).
2008’in benim için en önemli olayı, doğal olarak mezuniyetimdi. 17 yıllık okul hayatımı, en azından şimdilik, nihayete erdirdim. Bu, büyük bir onur ve mutluluktu kendi adıma. Artık kütüphanemde bir İTÜ diploması var. Ayrıca dekanlığın bana verdiği özel ödül de gurur kaynağımdı. Yine yaklaşık 4 ay boyunca bifiil organizasyonunda görev aldığım mezuniyet balosu unutulmayacak bir geceydi.
Diğer yandan mezuniyet ardından işsiz kalmam ve bunun yol açtığı sorunlar ciddi bir hayal kırıklığıydı. Ağustostan kasıma ruh halinde gezmem bunun en önemli sonucuydu. Hala daha bu sıkıntıdan kurtulabilmiş değilim lakin ruh şeklinde dolanmıyorum etrafta.
Diğer yandan kendi açımdan yılın önemli olayları şunlardı: Gökova Körfezi’nde çıktığım tekne turu ve akabinde Türk denizlerine aşık olmam. İki akraba düğününe katılmam ve düğünlerden iyice nefret etmem (ki biri balomun olduğu kulüpte, diğeri de Muğla’daydı). Kendi içime daha çok dönmem ve gelecek açısından birtakım önemli kararlar almam.
Dünya’ya bakarsak, bana göre, yılın olayı Obama’nın başkan seçilmesi ve AKP’nin yolsuzluklarının ortaya çıkmasıydı. İlerleyen yıllarda bu iki olay çok önemli sonuçlar doğuracak. Ayrıca 2020 yılına kadar 3. Dünya Savaşı’nın çıkacağı kesinleşti. Ekonomik kriz tabii ki çok önemliydi lakin bu küresel gerçek sadece bir politik hamledir, asıl sebepleri ve sonuçları daha ortaya çıkmamıştır.
Olimpiyatlar ve Avrupa Şampiyonası hem heyecanlıydı hem de hayal kırıklığıydı. İzlemesi uzun yıllar unutulamayacak iki spor olayıydı. Usain Bolt ve Michael Phelps’in sprintleri ile Türk milli takımının son dakika golleri nefes kesiciydi. Şahsen Hırvatistan maçını Nevizade’de izlememi ve ardından İstiklal’de oluşan coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım. Ama iki etkinlik de sporun değil paranın gücünü kanıtladı bana göre ve gelecek adına çok büyük bir negatif göstergeydi.
Sanat açısından güzel bir yıldı. Çünkü o kadar negatif olay/durum meydana geldi ki bunların antitezleri sanat ürünleri olarak ortaya çıkmaya başladı. 2009’dan da bu bakımdan umutluyum. Sinemada bir sürü iyi film izledim. Yorum yapmadan ilk 10 listemi yazacağım sadece: 1) Issız Adam (Çağan Irmak) 2) The Dark Knight (Christopher Nolan) 3) Sonbahar (Özcan Alper) 4) Du, Levande (Roy Andersen) 5) Slumdog Millionaire (Danny Boyle) 6) The Nines (John August) 7) Revolutionary Road (Sam Mendes) 8) In Bruges (Martin McDonagh) 9) My Bluebarry Nights (Wong Kar Kwai) 10) The Curious Case of Benjamin Button (David Fincher)
Müzik açısından zaten 2000’ler çok kısır. O açıdan 2008 sevindiriciydi. Yüksek Sadakat’in 2. albümü benim beklediğimden de iyiydi. ‘Babamın Evinde’ ve ‘İçimde Yağmur’ şimdiden favori rock parçalarımın arasına girdi. Pinhani’nin 2. albümü ise beklediğimin altındaydı. Yine de bana ‘Ne Güzel Güldün’ü armağan ettiler. Hamit Ündaş ve Jülide Özçelik’in albümleri çok sıra dışıydı, uzun yıllar dinleyeceğim. Issız Adam ve Across the Universe’ün soundtrack albümleri beni aylarca meşgul etti ve önümüzdeki yıllarda da sıkça dinleyeceğim albümlerden olacaklar. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda çıkıp yeni veya yeniden keşfettiğim Best of Bond, Müfide İnselel’in tek albümü, Pink Martini’nin ‘Hey Eugene’i sıkça dinlediklerimdi.
Sanatın diğer dalları yine kısırdı benim açımdan. Kitap olarak Bir Levanten Şövalye ve The Amber Spyglass (Sene başında daha Türkçe’ye çevrilmediğinden İngilizce okudum.) güzeldi. Az gittiğim tiyatroda beni heyecanlandıran bir oyun olmadı. İlk defa bir müzikale gittim (Rent) ve çok eğlendim. Diğer dallarla öylesine gittiğim Dali sergisi hariç alakam olmadı zaten.
İşte 2008 böyle bir yıldı. Hayatıma ve dünyaya neler getireceğini ise ancak ilerleyen yıllarda göreceğiz.
2008’in benim için en önemli olayı, doğal olarak mezuniyetimdi. 17 yıllık okul hayatımı, en azından şimdilik, nihayete erdirdim. Bu, büyük bir onur ve mutluluktu kendi adıma. Artık kütüphanemde bir İTÜ diploması var. Ayrıca dekanlığın bana verdiği özel ödül de gurur kaynağımdı. Yine yaklaşık 4 ay boyunca bifiil organizasyonunda görev aldığım mezuniyet balosu unutulmayacak bir geceydi.
Diğer yandan mezuniyet ardından işsiz kalmam ve bunun yol açtığı sorunlar ciddi bir hayal kırıklığıydı. Ağustostan kasıma ruh halinde gezmem bunun en önemli sonucuydu. Hala daha bu sıkıntıdan kurtulabilmiş değilim lakin ruh şeklinde dolanmıyorum etrafta.
Diğer yandan kendi açımdan yılın önemli olayları şunlardı: Gökova Körfezi’nde çıktığım tekne turu ve akabinde Türk denizlerine aşık olmam. İki akraba düğününe katılmam ve düğünlerden iyice nefret etmem (ki biri balomun olduğu kulüpte, diğeri de Muğla’daydı). Kendi içime daha çok dönmem ve gelecek açısından birtakım önemli kararlar almam.
Dünya’ya bakarsak, bana göre, yılın olayı Obama’nın başkan seçilmesi ve AKP’nin yolsuzluklarının ortaya çıkmasıydı. İlerleyen yıllarda bu iki olay çok önemli sonuçlar doğuracak. Ayrıca 2020 yılına kadar 3. Dünya Savaşı’nın çıkacağı kesinleşti. Ekonomik kriz tabii ki çok önemliydi lakin bu küresel gerçek sadece bir politik hamledir, asıl sebepleri ve sonuçları daha ortaya çıkmamıştır.
Olimpiyatlar ve Avrupa Şampiyonası hem heyecanlıydı hem de hayal kırıklığıydı. İzlemesi uzun yıllar unutulamayacak iki spor olayıydı. Usain Bolt ve Michael Phelps’in sprintleri ile Türk milli takımının son dakika golleri nefes kesiciydi. Şahsen Hırvatistan maçını Nevizade’de izlememi ve ardından İstiklal’de oluşan coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım. Ama iki etkinlik de sporun değil paranın gücünü kanıtladı bana göre ve gelecek adına çok büyük bir negatif göstergeydi.
Sanat açısından güzel bir yıldı. Çünkü o kadar negatif olay/durum meydana geldi ki bunların antitezleri sanat ürünleri olarak ortaya çıkmaya başladı. 2009’dan da bu bakımdan umutluyum. Sinemada bir sürü iyi film izledim. Yorum yapmadan ilk 10 listemi yazacağım sadece: 1) Issız Adam (Çağan Irmak) 2) The Dark Knight (Christopher Nolan) 3) Sonbahar (Özcan Alper) 4) Du, Levande (Roy Andersen) 5) Slumdog Millionaire (Danny Boyle) 6) The Nines (John August) 7) Revolutionary Road (Sam Mendes) 8) In Bruges (Martin McDonagh) 9) My Bluebarry Nights (Wong Kar Kwai) 10) The Curious Case of Benjamin Button (David Fincher)
Müzik açısından zaten 2000’ler çok kısır. O açıdan 2008 sevindiriciydi. Yüksek Sadakat’in 2. albümü benim beklediğimden de iyiydi. ‘Babamın Evinde’ ve ‘İçimde Yağmur’ şimdiden favori rock parçalarımın arasına girdi. Pinhani’nin 2. albümü ise beklediğimin altındaydı. Yine de bana ‘Ne Güzel Güldün’ü armağan ettiler. Hamit Ündaş ve Jülide Özçelik’in albümleri çok sıra dışıydı, uzun yıllar dinleyeceğim. Issız Adam ve Across the Universe’ün soundtrack albümleri beni aylarca meşgul etti ve önümüzdeki yıllarda da sıkça dinleyeceğim albümlerden olacaklar. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda çıkıp yeni veya yeniden keşfettiğim Best of Bond, Müfide İnselel’in tek albümü, Pink Martini’nin ‘Hey Eugene’i sıkça dinlediklerimdi.
Sanatın diğer dalları yine kısırdı benim açımdan. Kitap olarak Bir Levanten Şövalye ve The Amber Spyglass (Sene başında daha Türkçe’ye çevrilmediğinden İngilizce okudum.) güzeldi. Az gittiğim tiyatroda beni heyecanlandıran bir oyun olmadı. İlk defa bir müzikale gittim (Rent) ve çok eğlendim. Diğer dallarla öylesine gittiğim Dali sergisi hariç alakam olmadı zaten.
İşte 2008 böyle bir yıldı. Hayatıma ve dünyaya neler getireceğini ise ancak ilerleyen yıllarda göreceğiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)